Pakrat Estukyan
Hiç beklenmedik bir anda gelişen kimi olaylar, dünyanın genel gidişatına dair ufkumuzu genişletecek değerlendirmeler yapmamıza yol açabiliyor.
Kazakistan’da yaşanan kitlesel halk hareketine bu açıdan bakmakta yarar var. Olayların bir anda, adeta bardağı taşıran damla misali, enerji fiyatlarına yapılan zamma tepki olarak geliştiğini biliyoruz.
Dikkat çekici konu, geniş yığınların hoşnutsuzluklarını bu denli kendiliğinden, bir anlamda doğaçlama bir stratejiyle hayata geçirmeleri. Kitleler, arkalarında yönlendirici herhangi bir örgüte ihtiyaç duymadan, eylem içinde ve esnasında geliştirdikleri örgütlenmelerle önemli taktik başarılar sağlayabilmekte.
Sonuçta Kazakistan’da hükümet görevden alındı, yapılan zam geri çekildi, kitleleri yatıştırma taktiği olarak Başbakan hapse atıldı. Doğrulanmasa da ülkenin en derin yöneticisinin, bir anlamda kurucu babasının da yurt dışına kaçtığı iddiaları yaygın şekilde dillendirildi.
Kazakistan’da yaşananlar kendiliğinden gelişme ve yayılma özellikleri ile bir kez daha ‘Gezi’ eylemlerinin anımsanmasını sağladı.
Diğer önemli bir nokta ise, küresel güç odaklarının bu tür eylemler karşısındaki ortak söylemleri. Kazakistan yönetimi olayları anında ‘dış güçler’ ile açıkladı. Hemen ardından da artık çiğnenerek bayatlamış bir Soros türküsü daha dinlemeye başladık. Kalıp haline getirilmiş bir diğer söylem ise ‘Batı yanlıları’. Ukrayna, Belarus, Gürcistan, Ermenistan gibi eski Sovyet cumhuriyetlerindeki her türlü hoşnutsuzluğa, insan hakları ve demokrasi talebine giydirilen bir yaftalama da Batı yanlısı olmak. Kerameti kendinden menkul siyaset yorumcuları, benzer her olayda aynı nakaratları çiğnemeye adeta şartlanmış gibiler.
Oysa olaylarda son derece yalın bir şekilde iki taraf var. Bir yanda yolsuzlukla, soygunla palazlanan sermayenin çok uluslu şirketleri veya oligarşik çete yapıları ile onların karşısında sömürülen, yoksullaştırılan ve bir kıvılcımla sokağa dökülen geniş halk kitleleri.
‘Dış güçler’, ‘Soros’ veya ‘Batı yanlısı’ gibi etiketleme çabaları bu yalın zıtlaşmayı ve onun doğurduğu isyanı görünmez kılmak üzere üretilen boş bahaneler olmaktan öte bir anlam taşımıyorlar. Yine de geleneksel sağ siyaset, kendisinin yol açtığı yoksullaşmaya karşı Avrupa’da mülteci veya radikal İslam kartını, ABD’de komünizm tehdidini, eski Sovyet cumhuriyetlerinde Soros veya Batı yanlısı, Türkiye gibi ülkelerde ise emperyalizm, haçlılar veya dış güçler gibi gerekçelere sığınmaktan öte bir şey söyleyemiyor.
Yine dikkatle değerlendirmemiz gereken konulardan biri de, halk hareketlerinin küresel yankıları. Herhangi bir ülkede patlak veren benzer gelişmeler, tüm dünyada geniş bir dalgalanmaya yol açıyor. Her ülkenin muktedirleri, yaşananların kendileri için de olası bir tehdit olduğu kaygısına kapılıyorlar.
Nitekim hem Cumhurbaşkanı Erdoğan, hem de onun küçük ortağı Devlet Bahçeli, yaptıkları açıklamalarla muhalefeti sokağa inmemesi konusunda uyarma gereği duydular. Rusya Federasyonu başkanı Putin Kazakistan Cumhurbaşkanının çağrısına anında cevap vererek Kolektif Savunma Teşkilatı üyesi Almatı’ya barış gücü askerleri gönderdi. Meselenin aslı ise, kendi iktidarını oligarşik yapılara dayandırmış olan Putin’in, Kazak oligarkların imdadına yetiştiği gerçeği.
Bu meseledeki en talihsiz yan ise, söz konusu kararın altında, kendisi de gerçek bir halk ayaklanmasıyla iktidara gelmiş olan Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan’ın Kolektif Savunma Teşkilatı dönem başkanı sıfatıyla imzasının olması. Gerçi bu uluslararası yapılanmada dönem başkanının rolünün sembolik olduğunu, esas patronun kim olduğunu herkes çok iyi biliyor.
Ülkelerin aralarında saldırmazlık anlaşmaları, ortak savunma sözleşmeleri imzalamalarının evrensel hukukta yeri vardır. Ama bir devletin kendi halkına karşı yabancı bir ülkeden veya üyesi olduğu ittifaktan askeri yardım istemesi o ülke yönetimi adına skandal niteliğindedir.
Bir kez daha görülüyor ki NATO, artık var olmayan Varşova Paktı veya Kolektif Savunma Teşkilatı gibi askeri örgütlenmeler dış düşmandan daha çok üye ülkelerin halklarına karşı sermayenin ve oligarşinin iktidarının korunmasını sağlamak içindir.
Almatı’da yaşananlar 1955’te Budapeşte’de, 1968’de Prag’da ve daha sonra da birçok ülkede defalarca sahnelenen bir ihanetin günümüzdeki tekrarından ibaret.