Çok partili hayata geçiş ile sembolleşen 1950 genel seçimlerinde Demokrat Parti listesinden milletvekili seçilen Mustafa Ekinci meclisteki bir konuşmasında Tek Parti rejiminin “Doğulu vatandaşlara” yönelik uygulamalarını “Gestapo ruhu ile hareket eden bir idare” olarak tanımlamıştı. Yine aynı seçim döneminde DP listesinden seçilen bir diğer Kürt milletvekili olan Mustafa Remzi Bucak da Meclis’e girdikten sonraki ilk önemli icraatında “müstemleke kurumu” olarak tariflediği Umumi Müfettişlikler’in kaldırılması için teklif sunmuştu.
Her iki vekilin Tek Parti rejimini betimlemek için başvurdukları referans noktaları son derece manalı idi. Mustafa Ekinci, “Gestapo ruhu” ile 1933 ile 1945 yılları arasında faşist Nazi Almanya’sı ve işgali altındaki Avrupa’da dehşet saçmış olan gizli polis teşkilatına göndermek yapmaktaydı. Mustafa Remzi Bucak ise “müstemleke kurumu” benzetmesini Britanya’nın Hindistan’daki sömürge valiliğinden esinlenerek yapar zira Doğu’daki Umumi Müfettişliklerin işleyişi ile Hindistan’daki İngiliz sömürge valilerinin uygulamaları birbirini çok benzediğini düşünmektedir.
Aslında “Gestapo ruhu” ile Alman faşizminin “müstebidâne ve vahşiyâne hareketleri”ne, “müstemleke kurumu” ile İngiliz sömürgeciliğinin kanlı yönetimine göndermede bulunan her iki vekilin başvurduğu dünya deneyimleri; sadece Tek Parti dönemi için değil, modern Türkiye’nin kuruluşundan bu yana devletin Kürt halkına reva gördüğü baskı, şiddet ve yok saymanın; bir istisna hali içerisinde uzun bir zaman parantezine alan yaklaşımın en kristalize olmuş haliydiler. Tarihsel tecrübesini Osmanlı’nın gaza anlayışında bulan, ittihatçı modernizmin nüfus mühendisliği ile yenilenen ve nihayetinde İngiliz sömürgeciliği ve Alman faşizmi gibi “deneyimlerden” damıtılan “idare” biçimi; bu toprakların istisnası değil kuralı olacaktı. Müstemlekeyi “idare etmek” için 1928’den 1952’ye kadar “Umumi Müfettişlik”, 1987’den 2002’ye kadar süren OHAL döneminde “Süper Valilik”, 2016’dan günümüze kadar ise “kayyum” olarak işletilen yönetimsellik tekniği her ne kadar aynı kolonyalizm pratiği çerçevesinde işlese de dönemin ruhuna göre farklı gerekçelendirme repertuvarları geliştirdi.
2016 sonrasında devreye sokulan “kayyum” idaresini, aslında devletin 2014 sonbaharındaki Kobanê protestoları sonrasında güncellenen yeni savaş konsepti bağlamında ele almak gerekir. Daha önceki bir yazı dizinde de belirttiğim gibi, bu yeni savaş konsepti “düşman” tanımının genişletilmesi; altyapısal iktidar olanaklarının artmasına paralel olarak yönetimsellik, içerme/yutma ve kontrol pratiklerinin çoğalması ve Kürt siyasal hareketinin sosyal, mental ve çevresel “üç ekoloji” temelinde inşaya giriştiği yeni politik özgürleşme projesi etrafında kurulan toplumsal dayanışma ağlarının çökertilmesi şeklinde işletilmektedir.
“Terörist” ve “düşman” tanımındaki çoğalma ve çeşitlenmeyi; iktidarın 2015 sonrasında yoğun bir mesai ile işe koştuğu şiddet, zulüm, yıkım, gözaltı, tutuklama, KHK ile ihraç, seçilmiş siyasetçilerin makamlarına kayyumlar atanması ve tutuklanmaları gibi uygulamalarda görebiliriz. Despotik iktidarını nekro-siyaset pratiklerine dayalı korkunun yönetilmesi üzerinden işleten yeni savaş konsepti; altyapısal iktidarını ise menfaat, muhtaçlaştırma ve rıza üretimi üzerinden işletiyor. Yeni yönetimsellik rejimini altyapısal iktidar kapasitesinin imkânlarından beslenerek inşa eden iktidar; doğayı, kültürel mirası, kentsel dokuyu tahrip eden ihale ekonomisinin menfaat dağıtımı ve bölüşümü üzerinden kendi yeni klientalist ilişkilerini kurmakta; sosyal yardımlar, şartlı nakit transferleri, taşımalı eğitim, İŞKUR gibi araçlar üzerinden bir muhtaçlaştırmaya gitmekte ve bütün bunlar üzerinden de durumsal bir rıza üretimi sağlamaktadır.
Burada kayyumlar üzerinden işletilen idare siyasetinin ekonomi politiğini yaparken iki boyutu bir arada düşünmek gerekiyor. Bir yandan tarihsel süreklilik çizgisinde istisna hali parantezi içerisinde tamtakır işleyen “müstemleke idaresi”, bir yandan da verili iktidar konfigürasyonunun güncel ihtiyaç ve öncelikleri doğrultusunda uygulamaya geçen son derece farklı amaç ve motivasyonlar pratiği olarak işleyen “kayyum idaresi”.
“Müstemleke idaresi” boyutu işin “yasal” kısmıdır. Modern Türkiye’nin kurulusundan beri istisna halinin kurala dönüştürülmesine dayanan bu kısım, despotik iktidarın yasal şiddet tekeline dayanan mekânsal tahakkümü ile kurulmakta ve KHK-yönetmelikler ile sürekli tahkim edilmektedir.
“Kayyum idaresi” ise müstemleke idaresinin uzun vadeli istikralı kırmızı çizgilerine sadık kalan fakat bu çizgiler alanı içerisinde kendi failliğini ve öznelliğini de yansıtan bir dizi amacın hasıl olduğu son derece karmaşık ve dinamik bir pratikler alanıdır. Kayyum idaresinin bir yanı yereldeki “işbirlikçi” tabakayı idare etmeye ve müstemleke hukukuna rıza göstermelerini garanti altına almaya dayalı yeniden bölüşüme; bir yanı ise kayyum idaresi ağına dahil olan memur ve bürokratların her türlü keyfilikle içine girdikleri, hesap verebilirliğin ortadan kalktığı ve yolsuzluğun ayyuka çıktığı bir yönetime dayanır.
Kayyum idaresi altındaki kentlerde, yereldeki işbirlikçi konformist tabakayla kurulan idare ağı üzerinden oluşturulan iki ayrı kategori (“faydalandırılacaklar” ve “fayda bir yana üstelik bir de cezalandırılacaklar!”) Kürt toplumu içerisindeki verili sosyal dayanışma ağlarını bozarak, toplum içerisindeki güvensizliği derinleştirerek, neo-liberal talan ile daha da katmerleşen ekonomik eşitsizlikleri provoke ederek politik ethosu dejenere eden, gelecek ufkunu bir edilgenliğe odaklayan ve yılgınlığı örgütleyen örtük bir “çökertme stratejisini” hayata geçirmektedir. Geçen hafta gerçekleşen kayyum atamalarında direkt üç büyükşehirin seçilmesi bu açıdan hiç de tesadüf değildir.
1947 yılının mayıs ayında Kürt kentlerine teftiş için giden Maliye Müfettişi Burhan Ulutan “Cenup Şark Anadolu Hakkında Bazı Notlar” başlıklı bir rapor hazırlar ve onu aynı yıl içerisinde Maliye Bakanlığı’na sunar. Ulutan raporda “hakikatleri açıkça görmek ve ifade etmek yöneticilerin en önemli görevidir. Kendi vatanımızda, kendi kardeşlerimiz arasında adeta bir ‘müstemleke devleti’ gibi yaşamamızın, silâh kuvvetiyle halka hâkim olmaya çalışmamızın sebepleri üzerinde ısrarla durmak, bunları bertaraf etmeye çalışarak vazifeye başlamak hedefimiz olmalıdır. Şiddet siyasetine artık son verilmesi kesin bir zorunluluktur” diye yazmıştı. Oysa öyle görünüyor ki bu “müstemleke devleti”, kayyum idaresi ile şiddet siyasetine değil barış siyasetine son vermeyi kesin bir zorunluluk olarak hedeflemiş durumda.