Oğuzhan Kayserilioğlu, Taksim patlamasının arka planını değerlendirdi: İçişleri Bakanı değil, PKK’nin açıklaması ciddiye alındı. Gücün fanatik taraftarları esir alınmış bilinçleriyle inanmaya devam ediyor ve iktidar aynı ucuz söylemi sürdürüyorsa da, eylemin PKK ya da PYD tarafından yapıldığına kimse inanmıyor
Hüseyin Kalkan
Hakan Fidan’ın sözleri göz göre göre pratiğe geçirildi. Fidan, sınır ötesi bir askeri operasyon için bahane yaratmak için ‘Öbür tarafta iki üç füze atarız savaşa gerekçe yaratırız, olur biter’ mealinde sözler etmişti. Kuzey-Doğu Suriye askeri operasyon için iki üç füze atmadılar ama, Taksim’e iki-üç cihatçı fırlattılar. Kimisi IŞİD’li kimisi ÖSO’lu. Siyasetçiler, gazeteciler, yorumcular ne kadar kendilerini zorladıysalar da bu açıklamaya inanmadılar. Ürkek bir biçimde sorular sormaya başladılar. İktidar içindeki fraksiyonlara işaret etmeye başladılar. Yaratılan korku iklimine rağmen ne sorular bitti ne de bu patlamanın YPG tarafından planlandığına kimse inandı. Oğuzhan Kayserilioğu, Taksim patlamasının ülkenini kaotik ortamından ve çoklu kriziden kaynaklandığın belirterek, şöyle bir analiz yapıyor: “Taksim patlaması, içinde olduğumuz bölgesel ve yerel kaotik ortamın içinden çıkıp geldi. Kimi zaman kaosun sınırlarına gelen kaotik durum, doğası gereği her türlü provokatif eyleme uygun ortam yaratıyor. Ülke çok yönlü krizlerle sarsılıyor. Halkın yoksullaşması, devletin bütünlüğünün bozulduğu ve farklı kliklerin aralarındaki gerilimlerin yaşandığı devlet krizi ve halkçı muhalefetin farklı alanlara yayılan hareketleri birbirlerine sarmalanarak sürüp gidiyor. İktidar, oluşan kaotik ortamın içinde ve onun kurucu krizlerini yöneterek iktidar oluyor.”
Seçimler ve patlama
Kayserilioğlu, Taksim patlamasının yaklaşan seçimler ilgisi üzerine şunları belirtiyor: “Seçimler yaklaştıkça, normal koşullarda kaybedeceği anlaşılan iktidar, kaotik ortamı daha da köpürterek yol almak istiyor ve el yükseltiyor. Köpürtülen bir kaotik toplumsal yaşam içinde ‘hezeyan halinde’ yaşamaya zorlanan toplumun gerçeklikle bağının kopması hedefleniyor. Kürtler, kadınlar, Aleviler, göçmenler, LGBTT bireyleri hatta köpekler düşmanlaştırılıyor… Gerçek siyasal durum ise, önümüzdeki seçim dönemini faşizmin kurumsallaşması sürecinin hedefine ulaşmasının aracına çevrilmesi olarak yapılandırılıyor. Faşizmin hükümet olma durumundan devlet biçimi olma haline sıçratılması ve seçimlere kadar olan sürede sürecin bir biçimde hedefine ulaştırılması isteniyor. Şayet kaybederlerse, sadece iktidarı kaybetmeyecek işledikleri suçlarla yüzleşecekler, kazanmak zorundalar. Oluşan özel ortamda sadece iktidardaki hakim eğilime değil, başta emperyalist güçlerin istihbarat servisleri ve ülkedeki farklı devlet fraksiyonları olmak üzere, ‘herkese’ oyun oynayabileceği alan açılıyor. Bombaların patlaması ya da toplumsal hareketlerin devlet şiddetiyle bastırılması veya özellikle Irak ve Suriye olmak üzere ülke sınırları dışına yapılan askeri operasyonlar böylesi bir ortamda gerçekleşiyor. Seçimler yaklaştıkça iktidar tarafından bu kaotik sürecin temposu ve sertliğinin arttırılmasının hedeflendiği görülüyor. İçinde olduğumuz zaman hızlanıyor ve yoğunlaşıyor. Toplumsal bilinç baskı altına alınarak, toplumun algılama gücünü ve dengesini kaybetmesi isteniyor. Toplum, günlük yaşama egemen olacak şaşkınlaşma ve korku üzerinden felç edilerek sürüleştirilmek ve esir alınmak isteniyor. Böylesi bir ortam elbette büyük küresel güçlere de oyun alanı açıyor. Zayıf düşen iktidar muhtaç olup el açtıkça ondan daha fazla taviz koparılıyor ve hatta ülkeye büsbütün el koyup sömürgeleştirmek için başta ABD ve Rusya tarafından olmak üzere ‘hesaplar’ yapılıyor. O ‘hesapların’ içinde panik yaratmayı hedefleyen bombalamalar da var!”
Linç kültürü
İktidarın propaganda makinesinin patlamadan sonra linç girişimine zemin hazırlamak için harekete geçtiğini belirten Kayserilioğlu, olayın ne ve nasıl olduğunun anlaşılmasının engellenmeye çalışıldığını ekliyor. Kayserilioğlu, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Patlamanın hemen sonrasında zaten sürekli çalışan iktidarın propaganda makinesi Kürt ve Kürdistan düşmanlığını köpürtmeye ve Kürtlere yönelik linç girişimlerine zemin oluşturmaya çalıştı. Olayın ne ve nasıl olduğunun anlaşılmasının engellenmeye çalışıldığı anlaşılıyordu. Her olayda olduğu gibi burada da iktidarın meşruiyetini ve gücünü arttırma esas alınıyor, gerçek önemsizleştiriliyor, propaganda yoluyla yaratılan sahte-gerçek üzerinden bilinçler baskına altına alınıp belirlenmeye çalışılıyordu. İktidar güç kazanırken resmi muhalefet şaşkınlık içindeydi, Emek ve Özgürlük İttifakı ise meşruiyet alanının daralacağı yeni bir döneme sürüklenme tehlikesiyle yüzleşti.”
Etki alanı daralan propaganda
Olayla ilgili olarak İçişleri Bakanı değil PKK’nin yaptığı açıklamanını ciddiye alındığını söyleyen Oğuzhan Kayserilioğlu, şunları ekliyor: “Ancak, PKK’nin açıklaması propaganda makinesinin etki alanını hızla daralttı hatta boşa düşürdü. Hemen belirtelim, uzun yıllardır ‘terör örgütü’ olarak yaftalanan PKK’nin açıklamasının sıradan vatandaştan resmi siyasal alanın aktörlerine kadar herkesin tutumunu hızla belirlemiş olması oldukça ilginçtir. Hükümetin İçişleri Bakanı değil, PKK ciddiye alındı, onunla savaşan düşmanları dahil! Elbette iktidarın fanatik taraftarları esir alınmış bilinçleriyle inanmaya devam etseler ve halen de iktidar aynı ucuz söylemi sürdürse de, eylemin PKK ya da PYD tarafından yapıldığına artık kimse inanmıyor. Bu durum, iktidarın meşruiyet alanını daraltırken Emek ve Özgürlük İttifakı’nın etki alanını genişletti. Resmi muhalefet de iktidarın açığını ve zayıflığını gördü ancak inisiyatif kazanamadı, Kürt sorunu tabuydu, tartışamazlardı. Özellikle yeminli Kürt düşmanı Ümit Özdağ’ın Davutoğlu’na ‘Sen 7 Haziran-1 Kasım arasında olup bitenlerin faillerini biliyorsun Ahmet, açıkla ki daha fazla kan dökülmesin’ demesi, içinde olduğu devletin karanlık dehlizlerini iyi bilen bu kişinin o dönem olanlarla bugün olanlar arasında bağlantı olduğunu ‘bildiğini’ de gösteriyordu. Öte yandan, ‘Ahmet’ dediği Davutoğlu’nu bildiklerini açıklamadığı için ‘korkaklıkla’ itham eden Özdağ’ın kendisinin de bildiklerini açıklamaması ilginçti. Devlet güçlerinde bir çatallanma yaşandığı, günler geçtikçe yapılan farklı hatta zıt açıklamalarla anlaşılıyordu. Birbirinin açığını kollayan, rakibinin gücünün artmasını engellemeye çalışan devlet içi güç alanlarının olduğu açıkça görülüyordu. Sonuç olarak, patlayan bomba iktidara alan açmadı, tersine resmi ve devrimci muhalefete elini güçlendirebileceği imkanlar yarattı.”
Çelişki ve gerçekler
“Olayla ilgili ortaya dökülen çelişkiler oldukça ilginç” diyen Kayserilioğlu, şöyle devam ediyor: “Öyle oldu ki, öncesi, olay anı ve sonrasıyla ilgili neredeyse her şey çelişkilerle dolu, neresinden tutsak elimizde kalıyor. Saymaya gerek yok, ama sonunda anlaşıldı ki bombayı koyan bile ne yaptığını bilmeyen bir ‘mayın eşeği’, kullanıldı ve ortada bırakılarak harcandı. Bu çelişkiler bir istihbarat servisi işi olma olasılığını zayıflatıyor. Devlet içi güç ilişkilerinde inisiyatifini arttırmak isteyen bir devlet fraksiyonunun, ÖSO çetelerini kullanarak aceleyle ve eline yüzüne bulaştırarak yapmış olması ihtimali güç kazanıyor.
Ancak, bu çelişkilerin kendisi kadar böyle anında ortaya saçılması da oldukça ilginç. Soruşturma sürecinde ortaya çıkan çelişkiler pekala gizli tutulabilir ve hesaplaşma devletin karanlık alanında toplumdan gizlenerek yapılabilirdi. Tam tersine, neredeyse bütün ayrıntılar ortaya dökülüyor. Devletin içindeki bir fraksiyonun bilinçlice olayın çelişkilerini ortaya çıkardığı ve failleri zor durumda bırakmayı istediği anlaşılıyor. Özellikle MHP ile iltisaklı ve yapıp ettikleriyle bölgede tanınan karanlık bir kişinin anında teşhir edilmesi dikkat çekiyor. Teşhir yoluyla tehdit etmekle mi yetinileceği yoksa sonuna dek gidilerek failin açığa mı çıkarılacağını zamanla göreceğiz.”
Devlet krizi
Bütün birlik görüntülerine rağmen bir devlet krizi içinde olunduğunu belirten Kayserlioğlu, devlet krizi ile ilgili şunları belirtiyor: “Devlet krizi 15 Temmuz sonrasında patlayarak açığa çıkmış olsa da, öncesinden birikerek oluşan ağır bir siyasal durum.
Evet, nerdeyse bütün devlet fraksiyonları ‘zayıf düşen devletin bekası’ endişesiyle bir biçimde iktidar alanıyla ilişkili olsalar ve bu yolla Erdoğan önderliğinde bir devlet bütünselliği yeniden kurulmuş gibi gözüküyor olsa da, halen bir devlet krizinin içindeyiz. Devletin bütünlüğü, ancak yasalar çiğnenerek, keyfilik ve her türlü karanlık operasyon süreklileştirilerek, devlet fraksiyonları arasında uyumsuzluk sürerken, ülke içi ve dışına sürekli artan oranda devlet şiddeti uygulanarak sağlanabiliyor. Bu durum, ‘devletin çeteleşmesi’ ve meşruiyetinin azalması gerçeğini açığa çıkarıyor. Böylesi bir çözüm, aslında çözümsüzlüğün kabul edildiği ve ‘günü kurtarmanın’ esas alındığı anlamına geliyor. Devlet krizinin kökü, devletin despotik yapısında ordunun oligarşik zirvede konumlandığı merkezi rolünü törpülemek, onu egemen oligarşik alanda kalacağı ama merkezi rol oynayamayacağı uygun bir seviyeye çekmek ve zirveyi tümüyle sermayeye teslim etmek hedefiyle yürütülen bir sürece dayanıyor.
Devlet fideliğinde yetişen ve her şeyini devletin sağladığı olanaklara bağımlı olarak kazanan sermaye, yeterli güce ulaştığı andan itibaren ordunun devletteki merkezi rolünü kendi gelişmesinin önündeki engel olarak görmeye başladı. Aslında tümüyle sermaye birikimine akması gereken ülke zenginliğinin bir kısmını ordu ile paylaşmak zorunda olmak ve siyasi iradeye tam olarak hakim olamamak sermaye birikiminin hızını ve yoğunluğunu engelliyordu. Başlangıçta birikimin önünü açan ordu, artık engel olmaya başlamıştı.
Erdoğan’ın rolü, ordunun merkezi rolünü tasfiye etmek ve iktidar alanını tümüyle sermayeye teslim etmekti. Bu görevi yapabilmek için gereken motivasyon ise, Erdoğan’ın temsilcisi olduğu ‘tefeci-bezirganlıkla iç içe Anadolu- Taşra sermayesinin’ büyüme hırsının iktidar olanaklarıyla tatmin edilmesiyle sağlanacaktı.
Sonuca bakarsak, evet, Erdoğan ordunun devletin oligarşik zirvesindeki özel rolünün tasfiyesi görevini başardı. Ama, zafer kazanmış bir ‘Reis’ olarak ve tasfiye sürecinde edindiği güce dayanarak kendisinin ‘vesayeti’ altındaki bir sermaye rejimini ‘başkanlık sistemi’ adını verdiği ‘sultanlıkla’ inşa etmeye çalışıyor. İnşa, sürece hizmet edecek özel bir İslam yorumu üzerinden toplumsal meşruiyet üretiyor.
Devlet krizinin ilk ivmesi buradan geliyor, Erdoğan her ne kadar kısmi bir üstünlük kurmuş olsa da hedefine ulaşamıyor, ulaşması da zor görünüyor. Eski devlet düzeni çözüldü ama yenisi de kurulamıyor. Nereye gittiği pek de belli olmayan bir ‘geçiş’ anındayız: Erdoğan da, onun tek adamlığını kabul etmeyen rakip devlet fraksiyonları ve büyük sermaye güçleri de kendi hedeflerinden vazgeçmiş değil.
Öte yandan, toplumsal mücadeleler de, eski ordu-sermaye ittifakı merkezli düzenin dağılıp yenisinin kurulamadığı koşullarda işçi sınıfının, Kürtlerin, kadınların, Alevilerin, doğa savunucularının ve gençlerin öne çıktığı bir yapı içinde sürekli hareket ediyor. Egemenlerin düzeninin kriz yaşadığı koşullarda yaşanan bu mücadeleler, hem düzenin krizini etkiliyor hem de şimdiki kısmi zayıflığını aşarak güçlenip inisiyatif kazanması olasılığı üzerinden egemenleri korkutuyor, her adımlarını böylesi bir olasılığı gözeterek atmak zorundalar. Krizin bir ivmesi de buradan veriliyor.
Özellikle Gezi sonrasında yaşanan AKP’deki bölünme ve önceden başlamış olsa da hızla yükselen AKP-Cemaat geriliminin düşmanlaşmaya evrilivermesi, Kürt halk hareketiyle Gezi güçlerinin birleşmesi olasılığının egemenlerin iktidar alanında yarattığı gerilimle ilgilidir.
Gezi sonrasında AKP’de yaşanan çatallanma ve Erdoğan’ın inisiyatif kaybını değerlendirmek isteyen iktidar ortağı Cemaat yapılanmasının poliste ve ordudaki güçlerini kullanarak iki kez denediği darbe girişimi başarısızlıkla sonuçlandı. Ancak, her iki girişim, iktidarı ele geçiremese de devlete ağır hasar verip dengesini bozdu, otoritesini sarstı ve meşruiyetini azalttı. İşte, zaten güç biriktiren devlet krizi, 2015 darbe girişimi sonrasında neredeyse patlayarak ortaya çıkıverdi.
Devlet, toplumsal yaşamı sermaye birikiminin talepleri üzerinden konsolide eden siyasal alanın omurgasıdır ve burada yaşanan kriz yaşamın bütün alanlarında sarsıntılar yarattı, yaratıyor. Çok söylenen ‘beka sorunu’ gerçektir. Neredeyse bütün devlet fraksiyonları ve elbette sermaye güçleri, birbirlerine diş bileyen tarihsel düşmanlar dahil olmak üzere, ‘devletin bekası’ zemininde ortaklaşmak zorunda kaldılar. Oluşan gerilimi tek başına kaldıramayacağını anlayan Erdoğan, tasfiye ettiği ‘Ergenekon’ güçleriyle iktidarı paylaşmayı kabul etmek zorunda kaldı.
Ancak, her ne kadar bir iktidar koalisyonu oluşmuş ve bütün egemenler ‘devletin bekasını’ gözeterek davranıyor olsa da, aralarındaki gerilimler de sürüyor. Bütünlüğü koruma eğilimi ağır basıyor ama dağılma eğilimi de hareket halinde, istikrarsızlık aşılamıyor. Bu durumda, bütün egemen fraksiyonlar bir yandan koalisyonu gözetirken öte yandan kendi etki alanlarını arttırma arayışı içindeler.”
Patlamanın hedefi
Taksim bombasında devlet krizinin rolü olduğunu söyleyen Kayserilioğlu, bu ilişkiye dair şunları belirtiyor: “Ülkedeki diğer kriz dinamiklerini ihmal ederek değerlendirecek olursak, devlet krizinin aşılması ya da en azından devletin bekasına ağır hasar vermeyecek halde kontrol altına alınması için, içerde ve dışarda devlet şiddetini süreklileşmesi yoluyla devletin güç kazanması ve halkın örgütlü muhalefetinin güç kaybetmesi gerekiyor. Bu yüzdendir ki halk güçlerinin neredeyse nefes alması bile engellenmek isteniyor. Halkın her muhalif hareketi, devlet şiddetiyle ezilip yok edilmek isteniyor.
Sadece halkın hareketini engellemek yetmez, onu teslim almak ve hatta köleleştirmek gerekir.
Bombalama, ilk olarak, toplumun zaten zorlanan bilincini ve davranışını felç edebilmek için gerekiyor. Korku hatta panik yaratmak, olayları değerlendirme kapasitesini tahrip etmek, denge kaybettirmek hedefleniyor.
İkincisi, sadece ülkede değil yakın coğrafyalarda yapılacak askeri hamleler de, devlet krizinin çözümü ya da kontrol altında tutulması açısından önem kazanıyor. Yerel sermayenin bölge pazarlarına hakim olma isteği de aynı eğilimi güçlendiriyor.
Üçüncüsü, birbirlerine mecbur olup koalisyon kuran egemen güçlerin hepsinin ortaklaştığı konu Kürt sorununun Kürtlerin asimile edilerek, ezilip sindirilerek ya da ülke sınırları sürülerek çözümüdür. Burada da ancak devlet şiddetiyle yol alınabilir.
Bombalamanın hemen ardından Soylu’nun PKK-PYD’yi ve Suriye coğrafyasındaki Kürt bölgelerini adeta adres vererek sorumlu tutması, ikinci ve üçüncü yönelimlerin önünü açıp, yol verdi.”
Çelişkilinin nedeni
Devlet içindeki çatışmanını bazı bilgilerini sızmasına yol açtığını belirten Kayserilioğlu, devlet içindeki fraksiyon mücadelesine dair şunları söylüyor: “Öyle anlaşılıyor ki, bombalama olayı iktidardaki koalisyonun ortak karar verdiği bir saldırı değil. İnisiyatifini arttırmak isteyen bir fraksiyon hamle yapmış olmalıdır. Çelişkiler de tam da bu yüzden ortaya saçılıyor.
Sözümona gizli yürütülen soruşturmanın hepsini olmasa da uygun görülen ayrıntılarını biliyoruz. Önceden de belirttiğim gibi, devlet içindeki bir güç alanı soruşturmada ortaya çıkan bazı bilgileri basına sızdırarak iktidarki koalisyonda yer alan Soylu-MHP’nin önde olduğu güç alanını ‘sorumlu’ gösteriyor. Sızdırılan bilgilerle Soylu-MHP sıkıştırıldıktan sonra, bombalama üzerinden bir bahane yaratılarak Suriye’deki Kürt bölgeleri bombalanmaya başlandı. Sızdırılan bilgilerle, emrivaki yaparak inisiyatifini arttırmak isteyen fraksiyon baskılanırken, aynı zamanda onun da içinde olduğu iktidar koalisyonunun bütün fraksiyonlarını ortaklaştıran Kürt sorunundaki savaş odaklı çözümsüzlük politikasına yeni bir ivme verildi. Açık ki, bir yandan had bildirilirken öte yandan devlet krizi koşullarında iç gerilimler bir düzeyde tutulmak ve koalisyonun bütünlüğü korunmak isteniyor. Seçim sürecinin sürekli savaş koşullarında yaşanacağı anlaşılıyor. kimi zaman yoğunlaşan bazen de gevşeyen ama süreklileşen bir savaş konsepti içindeyiz. Süreç, bir ‘askeri savaş’ olduğu için doğası gereği her an bambaşka bir zemine sıçrayabilir.
Öte yandan, CHP ve İYİP öncülüğündeki resmi muhalefet güçleri de, askeri harekatta iktidarı destekleyen bir konuma yerleşti. Bu partilerin temsil ettiği güç alanlarının da, iktidar koalisyonunu karşısına alan bağımsız bir muhalif güç olmadığı, aslında koalisyonun içinde yer alan bir “muhalefet” olduğu bir kez daha netçe görülmüş oldu. Söz konusu olan “devletin bekası” özellikle de Kürt sorunu olunca, sahnede yaşanan gürültülü dalaşmaların derindeki ittifakı gizleyen kayıkçı dövüşleri olduğu oldukça net biçimde görülüyor. Ayrıca, hava sahasını açan Putin’in, başka hamleleriyle de desteklendiği gibi, seçim sürecinde Erdoğan’ın yanında olacağı anlaşılıyor.”
Askeri operasyon ve seçim
Oğuzhan Kayserlioğlu, “Taksim bombası ve askeri hareket seçim sonuçlarını etkiler mi?” sorumuzu “Hayır” diye yanıtlıyor. Kayserlioğlu, patlamayı devletin yeniden yapılanması için ön açan bir hamle olarak değerlendiriyor. Bu konu ile ilgili şu saptamaları yapıyor: “Devletin yeniden yapılanması için ön açan hamleler olarak değerlendiriyorum. Elbette bütün güçler kendi durdukları yerden bombanın yarattığı ortamdan yararlanmak ve hemen yakında olan seçim sonuçlarını etkilemek isteyecektir, ama olup bitenler sadece seçime indirgenemez.
Zaten daha önce Irak’a olan askeri hamleyle başlatılan savaş süreci, Taksim olayı üzerinden Suriye’ye sıçratıldı ve süreklilik kazanabileceği bir zemine yerleştirildi. Küresel hegemonya mücadelesinin yarattığı boşluklardan istifade ederek ‘bölgesel hegemonya bir devlet’ olmak, bu hedefe yürürken elde edilecek kazanımlarla ve moralle mevcut devlet krizinin aşılması hedefleniyor.
Ancak, egemen güçlerin hedeflerine ulaşması oldukça zor. Taksim bombasıyla ilgili olarak sorumlu gösterilen PKK’nin olayla ilgisinin olmadığı genel kabul görüyor. Devlet krizi koşullarının yarattığı (ve soruşturma sürecinde netçe görülen) devletin iradesindeki çatallanmalar, 7 Haziran sonrasındaki sürecin bir kez daha yaşanmasını zorlaştırıyor. İktidarın inandırıcılığı zayıflamış durumda. Erdoğan’ın bombalamanın hemen sonrasında gerilimi yükseltmek yerine azaltan tarzda konuşması tam da böylesi bir zayıflığın farkında olduğunu gösteriyor.
Ayrıca, Irak’ta devlet güçleri ve PKK gerillaları arasında yaşanan ve devlet güçlerinin üstünlük kuramadığı görülen çatışmalar, devletin önünü kapatıyor ve üstelik şayet Suriye’de de aynısı yaşanırsa tam tersine devlet krizinin büsbütün ağırlaşacağı özel bir dönemi açabilir. Söz konusu zıt durumların arasındaki bir alanda melez durumlar oluşması en güçlü olasılıktır.
Yaşanan ekonomik krizin savaşın maliyetlerini karşılamak konusunda yaratacağı sıkıntılar ve ağır yoksulluk koşullarında yaşamaya zorlanan geniş emekçi yığınlarının ‘iş ve ekmek’ konusunda vereceği mücadeleler de, savaş koşullarının ihtiyaç duyacağı destekleyici toplumsal asabiyetin oluşmasını zayıflatacaktır. Devlet krizi koşullarında pratiğe geçirilen faşizmin kurumsallaşması sürecinin sürekli savaş ortamından güç toplayacağı ve hedefine ulaşamasa bile, bir özel durum olarak kalıcılaşma imkanı yakalayacağını belirtmeliyim. Ancak, savaşın akışında devlet aleyhine oluşacak durumlar da, tam tersine faşist süreci çözülmeye zorlayacaktır.”