Halk TV’deki, Halk Meydanı programında “Milliyetçilik nedir, ne değildir?” başlığında bir tartışma yapıldı. Tartışabilmek çok zordu ve epeyce karışık bir ortam vardı ama yine de iyi sayılır. Bu vesileyle bu konu başlığı üzerine düşüncelerimi yazmak istedim.
Aşağı yukarı açılış “Ben ailemi ve yakınımdakileri severim, milliyetçilik de kendi milletini çok sevmektir, dolayısıyla bu çok doğru bir idealdir” şeklinde oldu. Neredeyse buna herhangi bir itiraz dahi gelmedi. Bu ele alış yöntemi son derece yerinde gibi görülüyordu. Oysaki kendi aileni ya da akrabalarını sevmek insanın kendisini sevmesine benzetilebilir. Bu da normaldir ama tanıdığımız bütün erdemli insanlar bundan başka davranışlara da sahiptir. Sadece kendini seven, kendini öven ve kendi çıkarlarının peşinde koşan insanlar çok olumlu bulunmaz. Başkalarına da sevgi göstermesini ararız, mütevazı olmasını ararız ve bencillikten arınmış olmasını ararız.
İyi insan Neşet Ertaş gibi tevazu sahibidir örneğin. O nedenle milleti sevme konusunda da dümdüz gidilemez. Başka şartlar ve prensipler de vardır iyi bir ideale sahip oldum diyebilmek için. İyi ahlakınız ve felsefeniz diğer insanlarla ve milletlerle kurduğunuz ilişki üzerinden okunur.
“Ne yapsın milletini çok seviyor” deyince akan sular duruyor. Hiç emek gerektirmeyen bir konum. Zaten herkes kendi milletinin kültürü içine doğar, ona alışkındır ve onu sever. Bu özel bir meziyeti gerektirmez. Bu “sevme” duygusuna, büyük bir yücelik atfetmek tartışmalıdır. “Bir insan ömrünü neye vermeli?” şeklindeki soruya iyice kafa yormak gerekir.
Milletini sevmek çok iyi başlıyor ama sorun buna bağlı mantık silsilesinin nasıl ilerleyeceğiyle ilgili. İlk ayrım noktası şu: Milletimizi doğal olarak ve herkesin milletini sevdiği gibi mi seviyoruz, yoksa bizim milletimiz daha “üstün” olduğu için mi? Üstün olma seçeneği elbette ki çok vahim sonuçlara yol açıyor.
Onuncu Yıl Marşı’nda “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz” sözleri geçer, tartışmayı en başından kapatmak istercesine adeta. Millet kategorisi bu marşta geçtiği gibi gerçekten bir “imtiyazsız, sınıfsız ve kaynaşmış olma” niteliğini taşıyor mu? Gerçekten vadedildiği kadar pürüzsüz ve homojen mi? Geri kalan bütün düşünsel yapımızı üzerine kurabileceğimiz kadar sağlam ve güvenilir mi?
Diyelim ki onuncu yılda bir sınıfsızlık ve kaynaşmışlık ileri sürüldü. Bugün itibarıyla memleketimizde imtiyazların ve sınıfların olmadığını söyleyen pek kalmamıştır sanırım. “Evet, sınıflar var ama zararlı değil” der ortalama Türk sağı temsilcisi. Hatta sınıflar yararlı ve gereklidir onlara göre. Konu patronların işçiye ekmeğini verdiğinden açılır, “Ne yani iş adamları olmasın mı?” lafına kadar gider. Hayatını kazanmak için çalışmak zorunda olanların, servet sahiplerini kıskandığı sözü bir anda çıkıverir ağızlardan.
Milletin bir kısmı dağılmış pazar yerlerinde yaralı bereli sebzeleri toplamaya çalışıyor, bir kısmı ise lüks hayatlarıyla gösteriş yapıyorken kaynaşmış olamayız. Ülkemizde çok sert çizgilerle ayrılan sınıflar var demektir bu. İşte o nedenle insan büyük bir iyi niyetle millet kavramını kucaklayamaz. Eşitsizliğin sivri dikenleri bunu bozar.
Türkiye’de milliyetçilik konusu, önce milletini sevmek kavramıyla başlıyor. Sonra aniden bunun “Devletimi çok seviyorum” söylemine sıçrama yaptığını görüyoruz. Önce nahif bir şekilde bir insan topluluğundan bahsedilirken, keskin bir şekilde bağlam değişiyor. “Devletin milletiyle bölünmez bütünlüğü” safhasına geliyoruz. Milletin birbiriyle kaynaşmışlığı yeterli gelmiyor. Bu kez mevcut milletin devletle kaynaşmış olduğu tezi ortaya çıkıyor. Sadece milleti sevmekle sınırlı kalamıyorsunuz, devleti de sevmeniz gerekiyor. Çünkü devlet, milletle birleşik. Millet iyi ve devlet ondan daha da iyi.
Bir “millet” olarak bazen basın açıklaması yapmak istediğimizde, yakındaki polis ekibi geliyor ve bize en üst perdeden bağırıyor: “Ben devletim ve burada basın açıklaması yapamazsınız” diyor. Burada devletin milletten apayrı bir varlık olduğunu biz değil, polis tartışmaya mahal bırakmayacak şekilde ortaya koyuyor. O nedenle kaynaşmışız, ayrılık gayrılık yok, imtiyaz yok demek anlamsız.
Millet toplamının içinde bir ur gibi zengin ve yoksul meselesi var. Aynı zamanda bunun üstünde tanımlanan ve asıl olarak zenginlerin çıkarını savunan bir devlet var. Gelin görün ki mevzu böyle kapanmıyor. Bir ülke sınırları içinde hiçbir farklılık barındırmayan “tek bir millet” konuşulmak isteniyor ama farklılıklar var. Farklı ulusal ya da etnik kimliklere sahip toplumsal kesimler var. Kürtler var, Lazlar var, Ermeniler var ve daha niceleri. Bu kaynaşmışlık yaklaşımı on yıllarca bu farklılıkları yok saydı. Kürt halkının varlığını ve dilini yok saydı. Kürt halkı var ve diğer halklar var. Sadece Türk milletini çok sev denince diğer bütün kimlikler dışlanmış duruma düşüyor. Eğer her millet kendini sevecekse, Kürt milleti de kendini sevebilmenin, kimliğini yaşayabilmenin ve dilini konuşabilmenin imkanlarına sahip olmalı elbette. Ahlakımızın içinde milletimizi sevmek kadar başka milletlerin de hakları ve bize eşitliği de olmalı.
Bir de devlet olarak örgütlenmiş başka uluslarla olan ilişkilerimiz konusu var. Eğer herkes “Milletimle devletimi kaynaşmış olarak çok seviyorum ve attığı her adımı alkışlarla karşılıyorum” derse dünyanın işi çok zor. Kendi devletimiz savaşa yönelmek üzere teskere istediğinde, buna evet cevabı vermeyebiliriz. Milleti sevmek ancak böyle olur denilemez. İkinci Dünya Savaşı’na doğru giden bir Alman devletinin sevilecek ve onay verilecek hiçbir tarafı yoktur. Bir Alman o devletin verdiği kararı beğenmek ve benimsemek zorunda değildir. Burada milletini ve devletini “kayıtsız şartsız” sevmenin bir kez daha yeterli olmadığını görürüz. Bu dünya durumundaki doğru tavır, barıştan yana olma prensibini savunmaktır. Savaşa karşı barışı savunmamış olanlar, “Devletimi çok seviyorum” diyerek kendini yüceltemez. 1940’lara doğru ilerlerken yapılması gereken Alman devletinin savaş politikalarını mazur görmek ve desteklemek değil, barışı sevmek ve sonuna kadar barışa sahip çıkmaktır.
Bugün de aynısı AKP hükümetinin savaş politikaları ve sınır ötesi operasyonları için geçerlidir. Kendi devletimiz neylerse güzel eylemez. Sürekli sınırları geçen operasyonlardan bahsetmek, ülkenin tam ortasında açlık sınırının altında yaşayan bir toplumun dikkatini başka yöne çekmek içindir. Geçilmesi gereken sınır, açlık ve yoksulluk sınırıdır.
İşte bu nedenle diyoruz ki “Yoksulluğa, Savaşa ve Baskılara Dur Diyelim, Birlikte Değiştirelim.” Emek ve Özgürlük İttifakı’nın; 15 Ocak’ta, saat 13.00’te, Kartal Meydanı’ndaki mitingimizde buluşuyoruz.