Kapanmayan Yara -1-Kayıplar Haftası’na 17 bin kayıp ve kendileri dışarıda fikirleri iktidarda olan faillerin dönüşüyle giriyoruz
Gülcan Dereli
Her yıl 17-31 Mayıs arası, Uluslararası Gözaltında Kayıplara Karşı Mücadele Haftası olarak kabul ediliyor. Kayıplara Karşı Mücadele Haftası nedeniyle 7 bölümden oluşan bir dosya serisi hazırladık. Dosyamızın ilk bölümünde Birleşmiş Milletler’in Kişilerin Gözaltında Kayıptan Korunmaları ile İlgili Uluslararası Sözleşme’sine dikkat çekeceğiz. Aynı zamanda Türkiye’nin neden bu sözleşmeyi imzalamadığına yer vereceğiz. Kayıpları ve kayıplarını ararken kaybedilenleri anımsayacağız.
17 bin yurttaş kaybettirildi
Türkiye ve bölge kentlerinde 35 yılı aşkın süredir yaşanan savaş ve yoğun çatışmadan kaynaklı devlet ve devlet tarafından desteklenen paramiliter güçler, sayısız ağır insan hakları ihlalleri gerçekleştirdi. Özellikle gözaltına alınarak zorla kaybettirmeler, yargısız infazlar, toplu mezarlar bu ağır insan hakları ihlallerinin önemli bir kesitini oluşturuyor. Sadece 90’lı yıllarda net olmamakla birlikte 17 bin yurttaşın kaybettirildiği belirtiliyor. İnsan ve hayatı verilere, istatistiklere dökülünce yaşanan acıların korkunçluğu haliyle kuru sayıların gölgesinde kayboluyor. 17 bin hayat, onların hayatını kendi hayatı olarak gören aileleri, yakınları, yoldaşları… Onları da dahil edince karşımıza hayatına kastedilen koca bir toplum çıkıyor…
Türkiye imzalamıyor!
Zorla kaybettirilmeler, “BM Kişilerin Gözaltında Kayıptan Korunmaları ile İlgili Uluslararası Sözleşme”nin 5. maddesine göre yaygın ve sistematik işlenmesinden dolayı insanlığa karşı işlenen bir suç olarak sayılmakta ve bu mahiyetteki bir fiil yürürlükteki uluslararası hukukun yaptırımlarına tabi. Uluslararası mevzuat ve birkaç yıl önce Türkiye ceza hukukuna giren insanlığa karşı işlenen suçlara zaman aşımının uygulanmayacağı açık bir şekilde hüküm altına alınmıştır. Ayrıca, sözleşmeyi imzalayan devletler, kendi egemenliği altında bulunan topraklarda “zorla kaybettirme” fiilinin engellenmesi için gerekli tedbirleri alma yükümlülüğü altındadır. Ancak, Türkiye ısrarla yaşanan acılarla yüzleşmekten, söz konusu sözleşmeyi imzalamaktan kaçınmaktadır. Peki neden?
Yüzleşmek istemiyor
Gözaltında kaybetmeler bu kadar yaygın ve sistematik bir biçimde işlenmesine rağmen, zorla kaybettirmelere ilişkin etkili bir soruşturma yapılmamış, dosyalar raflarda bekletilmiş, sürüncemede bırakılmış, birçoğu da zaman aşımına uğradığı gerekçesiyle kapatılmıştır. Bazı dosyalarda düzenlenen iddianame ve dosya ayrıntıları, devletin ve devlet adına hareket eden kişi ve oluşumların işledikleri suçlara ilişkin önemli itiraflar, tespit ve bilgiler içermesine rağmen dosyalar kapatılıp sanıklar beraat etmiş ve cezasızlık politikası izlenmiştir. Dolayısıyla devlet bu kendi işlediği suçlarla yüzleşmekten kaçındığı için söz konusu sözleşmeyi imzalamamakta ısrar ediyor.
Yara hiç kapanmıyor
Şimdiye kadar işleyen pratik şu şekilde: İnsanlar gözaltında kaybedilir, bu kaybedilen insanlar için yapılan suç duyurusunda 20 yıllık zaman aşımı uygulanıyor. 20 yıl sonra dosyalar kapatılıyor. Bu 20 yıl içinde de hiçbir şey yapılmıyor.
Ve aileler o kadar büyük sorunlarla karşılaşıyorlar ki, çoğumuz için çok da anlamı olmayan gündelik pratikler, bürokratik işlemler onları o ilk kayıp anına geri götürüyor. Örneğin, aileden biri öldüğünde, veraset ilanı çıkarmaktan, her seçim günü adına gelen seçim kağıtları gibi onları her an hatırlatan şeyler… Bir de bu arada yakınlarını, çocuklarını ararken aynı akıbete mazur kalanlar var. Yani kayıplarını ararken kaybedilenler… Bu yurttaşlardan bazılarını birlikte anımsayacağız.
Kaybettirildiler
90’larda kaybedilen yakınını aramak da bir kaybedilme nedeni oldu. Bulut ailesinden bir kişi kaybedildi ve onu arayan 4 kişi de ondan sonra kaybedildi. Yine gözaltında kaybedilen Özgür Gündem Muhabiri gazeteci arkadaşımız Ferhat Tepe’nin avukatı Şevket Epözdemir tehdit edildi. Daha sonra Tepe için adalet talebinde bulunmaya ve avukatlığına devam ettiği için katledildi. Aynı şekilde Alpsoy ailesinden iki kişi benzer şekilde kaybettirildi. Önce Halil Alpsoy (37) 12 Mayıs 1994 yılında kaybedildi. Kuzeni Kasım Alpsoy kuzeni Halil Alpsoy’u ararken 18 Mayıs 1994 yılında gözaltına alınıp kaybedildi. Bunun gibi sayısız örnek var. Yakınlarını arayan birçok insan tehdit edildi, gözaltına alındı, şiddet gördü. Çok sayıda insan yakınlarının akıbeti sormaktan bu yüzden çekindi. Yalnız kalan, nereye başvurması gerektiğini bilmeyen, Türkçe bilmediği için derdini anlatacağı bir yer bulamayan çok sayıda Kürt yurttaş bulunuyor.
Bir aileden 5 kişi…
Yer Lice… Yıl 1993… Kayıplarını ararken kaybedilen Bulut ailesinin önce 3 ferdi kaybedilir ardından 2 ferdi daha yakınlarının akıbetini sorarken kaybedilir. 1993’ün Eylül ayında Lice’ye bağlı Kabakkaya köyüne baskın yapan askerler, akraba olan Zübeyir Bayram, Mustafa Bayram ve Hasan Bayram’ı yakalayıp köy ortasında herkesin gözleri önünde işkence görür. Ayakta durmakta bile zorlanan 85-90 yaşlarında olan ailenin diğer ferdi Mehmet Bulut’u da köy ortasında işkence edip üst üste sırtını ve başını duvara çarparlar.
Dosya zaman aşımına uğrar
Baskın ve şiddetin ardı arkası kesilmeyince 1994 yılının Mart ayında bütün köylüler devletin baskı ve şiddetinden dolayı köyden çıkıp Lice merkeze taşınır. Baskılar bitmez, 1994 Mayıs ayının başında Lice’nin tüm köylerinde operasyon yapılır. Operasyon sırasında askerler Hasan Bayram, Abdulvahap, Yusuf, Reşit, Mehmet, Kamil ve Sabri adlı kişileri gözaltına alıp Sisê köyünde katleder. Bunun üzerine Fahri Bulut ve beraberindeki köylüler katledilen yakınlarının cenazesini almak için olay yerine gider. Ancak askerler, köylülere ateş açar. Bu olayda Mustafa Bulut dışında Fahri Bulut ile birlikte yakınları olan Ekrem, Ramazan ve Ali Bulut da kaybedilir. 2007 yılında Kulp’taki bir toplu mezarda 8 kişiye ait kemikler bulunur. Bunun üzerine Bulut ailesi DNA testi yaptırır. DNA testi sonucunda kemiklerden bazılarının Ekrem, Ramazan ve Ali Bulut’a ait olduğu tespit edilir. Ancak Fahri Bulut ile Mustafa Bulut’un kemikleri bulunamaz. Olayla ilgili soruşturma dosyası ise 2014 yılında zaman aşımına uğrar.
Hesap sormaya devam
Fahri Bulut’un eşi Saliha Bulut Cumartesi Anneleri’ne yazdığı mektupta, “24 yıldır her yerde eşimi arıyorum. Kemiklerinin bulunup bize teslim edilmesini ve faillerin adalet önüne çıkartılmasın istiyorum. Bugün biz, yarın ise çocuklarımız kayıplarımız bulunana kadar bu devletten hesap sormaya devam edecektir” diyor.
Başını dik tutan Fikri Amca…
Bir başka kaybın hikayesini de İnsan Hakları Derneği Eşbaşkanı Avukat Eren Keskin’den dinledik. Konuyla ilgili konuştuğumuz Av. Keskin, bir tanıklığını şöyle anlatıyor: “Bunlardan biri de Fikri Amca’ydı. Fikri Amca yıllar önce evden giden oğlu Mefair Özgen’i hep bekliyor. Ve Mefair’in 1992 yılındaydı yaralı halde hastanede olduğu öğrendik. Ayşe Zarakolu ile dernekteydik ve bize haber geldi. Birinin vurulduğu, yakalandığı bilgisi. Gittiğimizde işte Mefair’in gördük ve polisler doktorların onu ameliyata almasını engelliyorlardı. Orada Ayşe ile ikimiz slogan atmaya başladık. Onun üzerine insanlar toplanınca doktorlar hemen Mefair’i alıp ameliyata götürdü.
Diyarbakır’dan babası bizim büroya geldi, perişandı. Yıllardır görmediği oğlu ölmek üzereydi, hastaneye gittik ve zar zor komutandan izin aldık ve Fikri Amca Mefair ile görüştü. Mefair’i görmek için odasına girdik. Komutan da yanımızda olduğu için Fikri Amca biraz böyle başı öne eğik duruyordu. Mefair, babasına Kürtçe onların yanında başını dik tut dedi. Birdenbire Fikri Amca dik durmaya başladı. Bir gün sonra Mefair öldü ve ben Adli Tıp’a gittiğimde Fikri Amca’yı yine kapıda dimdik dururken gördüm.
Ve Fikri Amca’nın bu mücadelesi devam etti. Kayıp yakınlarının mücadelesine katıldı. Fikri Amca, 1997 yılında bir gün evinden eczaneye gitmek için çıktıktan sonra bir daha geri dönmedi. Artık seksenlerinde bir insandı, gözaltına alındığını görenler, tanıklar vardı. Ve gözaltında kaybedildi.”
Bu bir devlet politikası
Kaybettirmenin bir devlet politikası olduğunun altını çizen Av. Keskin, “2011 yılında Tayyip Erdoğan o zaman başbakandı ve kayıp yakınlarına bir söz verdi: ‘Biz bunları ortaya çıkaracağız’ dedi. Hatta o dönem Berfo Teyze’ye sözü hep bilinir. Ama bugün o söz bir kez daha tutulmadı. Cemil Kırbayır dosyasına da takipsizlik kararı verildi. O nedenle bu bir devlet politikası” diye belirtiyor.
Failler şimdi AKP-MHP ile
Türkiye’nin söz konusu BM sözleşmesini imzalamamasını da değerlendiren Keskin, “Bu tamamen devletin kendi suçlarını reddetmesi nedeniyle. Şimdi biz gözaltında kayıplar derken aslında birçok sorunu Türkiye Cumhuriyeti devletinin tamamen BM Sözleşmesi’nin gözaltında kaybetmelere karşı sözleşmesini imzalamamış olması nedeniyle yaşıyoruz. Gözaltında kaybetme politikası aslında 90’larda çok yoğun yaşandı ama ondan önce 1915’lerden gelen bir politika. Hrant Dink’i de bu şekilde kabul edebiliriz. O da kendi kayıplarının peşinde olan bir insandı. Onu da katlettiler. Bu nedenle birçok olay gündeme gelecek. 1915, Kıbrıs, 1938 yani çok şey tartışılmaya başlanacak. Devlet bu tartışmanın bile olmasını istemiyor. Bu kadar net. Şöyle bakmak gerekiyor: 90’lı yıllar en çok yaşandığı yıllar ve o dönemin bütün önde gelen aktörleri şu anda AKP-MHP ittifakının yanındalar. O nedenle de 90’ların devlet aklına geri döndükleri için de bu tartışmanın olmasını istemiyorlar” diyor.
Kaybetme devam ediyor
Zorla kaybedilmeler 90’larla sınırlı kalmadı. Son olarak Gökhan Güneş, kaybedilmek istendi. Günümüzde de bu politika devam ettirilmek isteniyor. Gökhan Güneş kendilerine isimsizler ismini veren devlet güçleri tarafından işine giderken kaçırılmış, işkence görmüş ve kamuoyun baskısı sonucu gözleri bağlı şekilde bir gün sabaha karşı bırakılmıştı. Keskin’e bunu da soruyorum ve şöyle yanıtlıyor: “Güneş için çok mücadele verildi ve bir şekilde bırakmak zorunda kaldılar. Ama bunun dışında Gülen Cemaati mensubu olduğu iddia edilen kayıplar da var. Açıkçası şu anda hâlâ gözaltında kayıp insanlar var. Mesela Nursena Küçüközyiğit, babası için aylardır uğraşıyor. Babası kayıp. Hâlâ bu politika muhaliflere karşı ya da düşman gördüklerine karşı devam ediyor.”
Bu mücadele sürecek
Keskin, son olarak “Bu sadece kayıpları arama mücadelesi değil. Bu demokratikleşme ve sivilleşme mücadelesi, aynı zamanda dönemlerin sorgulanmasının da çağrısı. O nedenle bu coğrafyanın en meşru sivil itaatsizlik eylemidir Cumartesi Anneleri’nin eylemi. İstedikleri kadar engellesinler, bu eylem bence sonuna kadar devam edecek” diye vurguluyor.