M. Ender Öndeş
13 Nisan 1970 günüydü… Aralarında uzun yıllar sonra Sağlık Bakanı olan Osman Durmuş’un da bulunduğu ülkücüler, Hacettepe Tıp Fakültesi’ni basmış, sağa sola ateş ediyorlardı. Tabip Asteğmen Necdet Güçlü o zaman vurulmuştu işte, Öldürenler, bir süre sonra yakalandı: Ülkü Ocakları Genel Başkanı İbrahim Doğan ve ülkücü arkadaşı Ali Güngör. İkisinin de sonraki hikâyeleri ilginç. Doğan, çok sonraları TBMM doktoru olarak karşımıza çıkacak, Güngör ise MHP Mersin milletvekili olacaktı.
Ancak, asıl önemli olan kişiler değil, silahlardı. O dönem ısrarla konunun üzerine giden Uğur Mumcu, Necdet Güçlü’yü öldüren silahların TSK’de görevli iki subay adına kayıtlı olduğunu açığa çıkarmıştı. Ankara Birinci Ağır Ceza Mahkemesi 1974/456 sayılı kararında şöyle yazıyordu: “Emanet 1970/814 sırasında kayıtlı sanık İbrahim Doğan’da zaptedilen 8815206 no’lu tabanca ve mermilerin Teğmen Fehmi Altınbilek adındaki şahsa, 8815248 no’lu tabancanın Teğmen Mustafa İlerisoy adındaki bir başka şahsa ait olduğu anlaşıldığından, bu iki tabancanın da sahiplerine geri verilmelerine…”
Gerçekten de öyle olmuştu. Silahlar, hiçbir soruşturma açılmadan sahiplerine geri verilmiş, dosya da kapatılmıştı. Altınbilek’in macerası o kadarla kalmadı ama. Daha sonra terfi ettirilen üsteğmenin ismi 30 Mart 1972 tarihinde Kızıldere operasyonunu yönetmesiyle yeniden hatırlandı. 1973’te de yine sahnedeydi. 24 Ocak 1973’te Dersim’de TİKKO lideri İbrahim Kaypakkaya ve arkadaşlarına karşı yapılan harekâtı o yönetmiş, yaralı yakaladığı Kaypakkaya’yı karda çıplak ayakla kilometrelerce yol yürütmüş ve ayak parmaklarının donmasına neden olmuştu. Kaypakkaya’nın işkencede yaşamını yitirmesinin de sorumlusu oydu. Altınbilek, en son 7 Haziran 2015’te İstanbul’da silahlı saldırıya uğramış, daha sonra kendisinden haber alınamamıştı.
MHP ve paramiliter güçler
Devlet görevlileri ve devlet silahları ile faşist paramiliter çeteler arasındaki ilişki şüphesiz bu olayla başlamamıştı. 1965’lerden beri MHP tarafından organize edilen “Komando Kampları”ndaki kontrgerilla eğitimlerinin Alparslan Türkeş’e bağlı emekli ve muvazzaf subaylar tarafından verildiği biliniyordu ve zaten Türkeş tarafından da inkâr edilmemişti. Bu kamplardaki askeri malzemelerin ne kadar olduğu ve nereden geldiği, Necdet Güçlü olayı gibi kaç olayda kullanıldığı sorusu ise hâlâ meçhul.
Kışlalarda cinayet eğitimi
Benzer bir örgütlenmenin özellikle Kürtlere yönelik versiyonu ise 90’larda “Hizbulkontra” olarak bilinen çeteydi. Dönemin MİT Müsteşarı Tümgeneral Teoman Koman’ın “PKK’nın baskılarına karşı kendini koruyan, dini inançları kuvvetli vatandaşlar” olarak tanımladığı Hizbullah çetesinin 90’lar boyunca yüzlerce yurtsever, aydın ve gazetecinin kanına girerken hangi silahlar kullandığı bugün bile hâlâ tam olarak bilinmiyor. O yıllar boyunca devletten Hizbullah’a ne kadar askeri malzeme geçtiği meçhul ama 1993 yılında kurulan TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu raporlarında askeri birliklerde verilen eğitimlerden açıkça söz ediliyordu. Özellikle, komisyona ifade veren Eski Batman Emniyet Müdürü Öztürk Şimşek çok açık sözlüydü: “Ne yazık ki, Hizbullah örgütü mensupları bir dönem askerlerden yardım gördüler. Buradaki bazı askeri birliklerde silahlı eğitim yaptılar, lojistik destek gördüler.”
Susurluk: İlk ‘kayıp silahlar’
90’lı yıllarda özellikle Terörle Mücadele Şubesi polislerinin kayıtlı silahlar dışında kendi özel silahlarının da olduğu epeydir bilinen bir şeydi ama devlet envanterindeki ya da envanter-dışı silahlarla kontrgerilla faaliyeti konusundaki en net bilgiler, Susurluk’tan bir süre önce ortaya çıkmıştı. Bu, yakın tarihteki ilk “Kayıp silahlar” vakasıdır; ikincisi ise 15 Temmuz sonrasında karşımıza çıkacaktı.
Mehmet Ağar’ın Emniyet Genel Müdürü olduğu bir süreçte, devletin kayıtlarına göre, silahlar, Hospro firması tarafından 23.12.1993 tarihi ile 15.06.1994 tarihleri arasında hibe ve bedelsiz olarak İsrail’den gönderilmiş, daha sonra tamamı resmi olarak Özel Harekât Dairesi Başkanlığı’na zimmetle teslim edilmişti. Kayıtlara göre listede 100 adet 5.56 mm Galli tüfek, 20 adet 7.62 mm Galli tüfek, 100 adet 9 mm Jeriko 028 otomatik tabanca, 60 adet 9 mm Jeriko 94/15 otomatik tabanca, 100 adet 9 mm Uzi otomatik tabanca, 90 adet 9 mm Mikro Uzi otomatik tabanca, 40 adet 9 mm Uzi seyyar dipçikli tabanca ve 50 adet 9 mm Uzi sabit dipçikli tabanca vardı.
Ancak daha sonra bunlardan 10 adet 9 mm Micro Uzi, 10 adet 9 mm Micro Uzi SMG marka ve 12 adet 22 kalibre Beratta marka tabanca ortalıktan kayboldu. Yalnızca bir tanesi daha sonra 3 Kasım 1996 tarihinde Susurluk’ta meydana gelen trafik kazasında arabanın içinden çıkmıştı. Olay sonradan soruşturmaya konu olurken, silahların “hibe” de olmadığı, örtülü ödenekten alındığı ortaya çıkmıştı. Çok sonraları, Mart 1999’da konuyla ilgili olarak eski Özel Harekât Daire Başkanı İbrahim Şahin ‘görevi ihmal’den bir yıl hapis cezasına çarptırılacaktı ama silahlar yine de ortada yoktu. Yoktu ama nerede kullanıldığı sır değildi: Yargısız infazlar ve faili meçhul cinayetlerde!
15 Temmuz’un kayıp silahları
Yakın tarihteki ikinci ve çok daha büyük “kayıp silah’ hikâyesi ise 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra gündeme geldi.
15 Temmuz’dan 15 gün sonra, 30 Temmuz 2016’da Ankara Çubuk’ta MP5 silah ile işlenen bir cinayet, bu konudaki ilk işaret fişeğiydi. Olayda Mustafa Maraş isimli kişi, hasımlarını öldürmüştü. Maraş, mahkeme ifadesinde “Tabancayı 15 Temmuz darbe gecesi Ankara Emniyet Müdürlüğü önünde dağıtmışlardı. Ben de oradan almıştım” demiş, bunun üzerine açıklama yapan Ankara Valiliği, 15 Temmuz gecesi, “Darbecilere hızlı ve etkin karşı koyulmasını sağlamak amacıyla, zimmet kaydı tutulmaksızın, silah-mühimmat dağıtımı yapıldığını” kabul etmişti.
Ama aslında sorun daha büyüktü. Savunma Bakanlığı,15 Temmuz gecesi TSK’ye ait bazı silahların kaybolduğunu açıkça dile getirmişti. İçişleri Bakanlığı’nın faaliyet raporlarına göre; 2013’te 76 bin 758, 2014’te 14 bin 682, 2015’te 91 bin 120 silah kayıpken, 2017’de ise 106 bin 740 kayıp vardı.
2018’de CHP’nin ‘kayıp silahların araştırılması’ amacıyla Meclis’e taşıdığı araştırma önergesi reddedildi. Bakanlığın 9 Mart 2020 verdiği yanıtta ise “Bahse konu silahlar, Kaçakçılık İstihbarat Harekât ve Bilgi Toplama Dairesi Başkanlığının uhdesinde bulunan ‘Kayıp Eşya ve Belge’ projesine işlenerek ülke genelinde aranmaktadır” biçiminde geçiştirildi.
15 Temmuz Kayıp Silahları konusunda en somut belge ise Emniyet Genel Müdürlüğü’nün darbe davalarında yargılananlara dava açmasıyla ortaya çıktı. Konuyla ilgili rapor hazırlayan bilirkişi heyeti, sadece Ankara için, 3 adet G-3 piyade tüfeği, 11 adet Kaleşnikof tüfek, 1 adet MP5A3 otomatik tabanca ve 1 adet kurusıkı tabanca olarak bir kayıp listesi sundu. Raporun “Mühimmatlar” kısmında da, “197 bin 261 adet Parabellum fişek, 108 bin 981 adet Kaleşnikof mermisi, 120 adet 37/38 mm Gaz Fişeği Tip 1-B, 265 adet 37/38 mm Gaz Fişeği Tip 1-A, bin adet 5.56 mm M16 Fişeği, bin 200 adet 5.56 mm Hollow Point Fişek, 24 adet renkli sis kutusu, bin 100 adet 7.62xMG-3 Nato Fişeği, 880 adet 5.56×45 mm Mayonlu Fişek ve 880 adet 12.7 mm uçaksavar mermisi” kaydedildi.
Bütün bu silahların şu anda nerede ve hangi güçlerin elinde olduğu, en ciddi sorulardan biri ve doğal olarak ilk akla gelen, AKP yanlısı sokak güçleri oluyor.
Genelge niye değiştirildi?
Emniyet Genel Müdürlüğü verilerine göre Türkiye’deki ruhsatsız silah sayısı 10 yılda 10 kat arttı. Ülkede 2.5 milyonu ruhsatlı, 20 milyonu da ruhsatsız olmak üzere toplam 22.5 milyon silah var ve bunların yüzde 85’i ruhsatsız. 2017 rakamlarına göre, dünyada sivillerin yasal veya yasal olmayan yollardan elinde bulundurduğu ateşli silah klasmanında Türkiye 10. sırada. Türkiye, 13 milyon 200 bin silah ile Avrupa’da bu klasmanda 3. sırada yer alıyor. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun imzaladığı 14 Mart 2018 genelgesi ile sivil vatandaşlara tanınan yıllık 200 adet olan mermi kullanım hakkı 1000’e çıkarıldı. Ayrıca ateşli silahla işlenen suçlardan ceza alanların belli şartlarla yeniden silah sahibi olabilmesinin önü açıldı. Bu işlemin niye gerekli görüldüğü ise açıklanmış değil.
AKP’nin sokak örgütleri
Kayıp silahlar konusundaki ‘olağan şüpheliler’ kategorisinin en başında, AKP’ye bağlı paramiliter örgütler geliyor.
Uluslararası bağlantıları olan ve sınır dışında da görevlendirilen SADAT bunların en önemlisi. Ekibin başında tuğgenerallikten emekli özel harpçi ve eski Cumhurbaşkanı Danışmanı Adnan Tanrıverdi bulunuyor. Kuruluşunda bizzat Erdoğan’ın da yer aldığı şirketin faaliyet alanı olarak tüm İslam ülkeleri ve Müslüman nüfusun yüksek olduğu ülkeler olarak gösteriliyor. Libya, Suriye bunların başında geliyor ve Sedat Peker’in açıklamalarına göre, El Nusra’ya silah gönderme gibi işlere de karışmış durumda.
Osmanlı Ocakları
Osmanlı Ocakları ve onun daha alt versiyonu olan örgütler, AKP’nin himayesinde 15 Temmuz sonrasında örgütlendiler. Osmanlı Ocakları Genel Başkanı Kadir Canpolat, 30 Kasım 2006’da Türkiye’yi ziyaret eden Papa’ya eylem yapacakları iddiasıyla yakalanarak haklarında yasal işlem yapılan 6 kişiden biri olarak adını duyurmuştu. Canpolat, Osmanlı Ocakları’nın AKP ile ilişkisini “Tayyip Erdoğan’a teşekkür ediyorum. Osmanlı Ocaklarını ona borçluyuz. O olmasaydı, şimdi bizler olmazdık” sözleriyle zaten saklamıyor.
HÖH’den bir adım ötesi
15 Temmuz darbe girişiminden sonra kurulan ‘dernek’lerden biri de Halk Özel Harekâtı (HÖH) adıyla işe başladı. HÖH ‘düşünce temelli dernekler’ arasında tanımlanıyordu. Derneğin kurucusu Fatih Kaya’nın Suriye’de çekilmiş fotoğrafları da var. O günlerde sokaklarda ‘HÖH-Halk Özel Harekât’ yazan bir aracın görülmesi üzerine dernek kapatıldı ama aynı ekip, “Milli Seferberlik Hareketi Platformu” olarak sahneye çıktı.
‘Milli Beka Hareketi’
Bakan Soylu’ya yakınlığıyla bilinen Milli Beka Hareketi Derneği de başka bir sokak gücü olarak varlığını sürdürüyor. Dernek, geçen yıl, AKP’li Metin Külünk ve adamlarının derneğe baskın yaparak tehditte bulunduğu iddiasıyla gündeme gelmişti. Dernek Başkanı Murat Şahin, 2020 Ağustos ayında, Külünk’e yakın olduğunu iddia ettiği kişilerin dernek binasını bastığına dair görüntüleri paylaşmıştı.
Hizbullah kamuflajı
90’lı yıllar boyunca yüzlerce Kürdün kanına giren Hizbullah ya da bilinen adıyla ‘Hizbulkontra’ yok olmuş değil. Cezaevinden çıkan eski Hizbullahçıların katılımıyla örgütlenme sürerken, önce Mustazaf-Der adıyla örgütlenen Hizbullah ekibi, daha sonra da Hür Dava Partisi (Hüda-Par) adıyla siyasi parti haline geldi. Hüda-Par’ın asıl hedefinin HDP ve devrimci güçler olduğu bölgede herkes tarafından biliniyor. Özellikle Kobanê protestoları gibi büyük kitle hareketleri sırasında devreye sokuldukları görüldü.
Cihat ve tarikat örgütleri
AKP’nin Kuzey Suriye politikalarının bir yan ürünü IŞİD, ÖSO, El Nusra gibi örgütlerin Türkiye içinde de varlık edinmesi oldu. IŞİD militanlarının bir bölümünün özellikle bazı Kürt illerinden devşirildiği bilinmeyen şey değildi. IŞİD’in yenilgisinden sonra bu unsurların çoğu ÖSO çatısı altında hayatını sürdürürken, uzantıları da bütün Türkiye’de kendilerine yer buldular. Suriye sınırındaki Antep, Hatay, Kilis gibi illerde ise şu anda bile onlarca dernek ÖSO’ya militan devşirmeye devam ediyor ve bu güçlerin Türkiye’deki iktidar savaşlarında yer almayacağının garantisi yok.