Tamam, ille de eski günlerdeki gibi olsun demiyorum. Eski zamanlarda, yani 1960’larda, 70’lerde, hatta 80’lerde daha başka bir dünya vardı, her şey daha stabil ve daha kolay anlaşılabilir haldeydi. Dünyadaki kamplar ve ilişkiler az çok belliydi. Memlekette de sınıfsal/sosyal ve siyasal aidiyetler pek karmaşık sayılmazdı. Öyle bir mecrada akarken, devrimci hareketler ve tek tek devrimci bireyler de güncel olana/yakında olana değil de uzağa, stratejik olana daha çok gözlerini dikerler, daha makro düzeyde düşünürlerdi. Şimdi geriye döndüğümüzde, beğenelim beğenmeyelim, herkesin gelecekle ilgili belli bir stratejik kurgusu ve o doğrultuda ‘kilitlendiği’ çalışma hedefleri vardı. Bu arada, kaçınılmaz olarak gündelik yaşamdaki şeylere dönük refleksler zayıf olurdu, hatta oralara fazla takılmak oyalayıcı/saptırıcı bulunurdu. E, zaten elimizde her mevzuya anında tepki vermemizi sağlayan teknolojik iletişim aygıtları da yoktu.
Kötü yanları yok muydu bunun? Evet, vardı tabii ki; fazla uzağa bakarken burnumuzun dibinde olanları kaçırma, yaşamın içinde anında refleks gösterememe gibi zayıflıkları yaratıyordu ama öte yandan uzağa bakarak belirli bir hedefler silsilesiyle çalışmak da kendi başına kötü bir şey değildi. O uzun vadeli stratejik planın kendi içinde birinci aşama-ikinci aşama, şehir-kır, vb. gibi alt planlara ayrılması belki şimdi kimilerine kaba görünebilir ama o iş öyle değil; bütün bunları ortaya koyan insanlar, yaşamın teoriye harfiyen riayet etmeyeceğini bilecek kadar akıllı insanlardı. Sorun şu ki, politik hayatta ön belirlemeler olmaksızın da yürüyemezsiniz; insanları, ilişkileri, araçları nereye doğru yönlendireceğiniz konusunda bir fikriniz, bir planınız olmalıdır.
Şimdi, kaygan günlerdeyiz. Her şey gitgide daha fazla kayganlaşıyor, parçalanıyor…
Evet, iletişim araçlarının yarattığı imkânların da katkısıyla gitgide daha fazla günlük olayda anında tutum alabiliyoruz, şurada şiddete uğrayan bir kadın hızla desteklenebiliyor, başka bir yerde bir iktidar sözcüsünün bir lafına tepki üretilebiliyor, vb… Bu iyi bir şey. Bundan kaçamayız, kaçmamalıyız da. Böylece o kadın kendini yalnız hissetmiyor, o sözcü ağzının payını alıyor, elbette bunları ‘makro planımızın’ sonuna erteleyecek değiliz ama özellikle işin içine neredeyse yılda bir yapılan seçimler de girince bir yandan da bir kimya bozulması gerçekleşiyor. İdeolojik aygıtlar her sabah önümüze yeni gündem maddeleri koyuyor, akşamüstü de kaldırıp çöpe atıyor. Sadece iktidar medyası değil ama. Genel olarak ortam da bunları yaşamımıza taşıyor. Bugün gündemin en üst sırasında olan bir mevzu, yarın yirminci sıraya düşüyor, onun yerine başka bir ‘mühim’ mesele geçiyor ve bu böyle mütemadiyen akıp gidiyor. Sonuçta ortaya bir ‘odaksızlık’ durumu çıkabiliyor. İşin belli bir noktasından sonra muhalefet güçleri de bu kaygan zemine çekildikçe, her sabah kalkıp önümüze ilk çıkan şeylerle uğraşarak akşamı etmek, siyasetçilerin ve hatta siyasi partilerin de faaliyet biçimi olmaya başladıkça, sıkıntı iyice büyüyor.
Biliyorum, farkındayım, bu söylediklerim de kendi içinde sıkıntılı.
Biliyorum, yaşamın önümüze çıkardığı hiçbir sorundan kaçamayız, kaçmamalıyız. Ama bu arada, genel olarak muhalefetin ve devrimci güçlerin (ve hatta bu sorunu en az yaşayan Kürtlerin de) ‘odaklanma’ yahut ‘kilitlenme’ özelliğinin zayıflaması ciddi bir sorundur. Belki böyle kabaca söyleyince tepki duyulacaktır ama Diyarbakır’da bir evde bir kadın açlık grevinin 117’inci gününü geçmişse ve yüzlerce insan aynı yolda yürüyorsa, orada artık bir odak noktası vardır. Siyasette ‘odak noktası’ bu kadar kritik bir durum değilse nedir, ben bilmiyorum.
Şüphesiz seçim başta olmak üzere bir dizi gündem hiç önemsiz değildir ama ‘kilitlenme’ sorunu bir tercih sorunudur. Odaklanıp kilitlenmek, koparıcı, sökücü bir şeydir; hep aynı noktaya defalarca yüklenmektir. Eşitlik güzel bir kavramdır tamam ama gündem maddelerine eşit muamele yaptığınız zaman, onlardan birine odaklanıp kilitlenemezsiniz ki.
Ezcümle, özetlersek, miyopluk ve hipermetropluk neticede ‘az görmek’tir ve kötüdür ama astigmat bana sorarsanız onlardan daha kötüdür; çünkü orada ‘az görmek’ değil, ‘gözün odaklanma yetisini kaybetmesi’ söz konusudur.
Bu konu üzerine biraz düşünmeliyiz bence.
Daha fazla gecikmeden…