Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, bu ülkede yaşamaktan adeta utanır olduk. Bir genç kızı 20 gün boyunca alı koyan ve tecavüz eden bir şerefsiz yargı tarafından serbest bırakılırken diğer yandan tek talebi adil yargılanmak olan Ebru Timtik, haklı talebine ulaşabilmek için canını ortaya koymak zorunda kalıyor ve tutuklu olarak sürdürdüğü direniş sonucunda yaşamını yitiriyor. Nereden baksak tutulacak bir yanı olmayan bu ülkede, adalet aramak artık ahmakça bir eyleme dönüşmüş durumda. İnsan canına kıymet vermeyen zebanilerin doğal yaşama, ağaca, kurda, kuşa değer vermesini beklemek en hafifinden ahmaklıktan başkaca bir şey olamaz.
Böyle bir ülkede ekosistemi savunmak beyhude bir çabaya dönüşürken ormanı, suyu, hayvanı korumak şöyle dursun onurlu insanların yanında durup onların mücadelesine omuz vermek ve onların yaşamını savunmak bile mümkün olamıyor. Hepimiz Ebru’nun göz göre göre ölümünü sadece sosyal medyadan gösterdiğimiz tepkilerle izlerken insanlık onurumuzu kaybetmeye başladığımızı hissediyorum. Salgın malgın derken kendi can derdimize düşüp etrafımızda olup bitene uzak dururken aslında nefes alıp vermemize rağmen, Ebru ile birlikte yaşayan ölülere dönüşmekteyiz. Ebru’nun bedenini ölüme yatırıp bir direniş eylemi içindeyken bugün yazmayı düşündüğüm maden yağmasına nasıl giriş yapacağım gerçekten bilemiyorum.
Ancak Ebru’yu layıkıyla yolculamak ve onun onurlu duruşunu yaşatmak adına bu ülkede süren rezillikleri gözleri adeta ağdalanmış olan halklara göstermek gibi bir sorumluluk taşıyoruz. Sırtımızda taşımak zorunda olduğumuz bu sorumluluk yükü canımızı yaksa da sürdürmenin dışında bir seçeneğimiz bulunmuyor. Bu kadar rezilliğin yaşandığı bir dünyada rezilliğin taçlanmış haliyle yüzyüze kaldığımız bu ülkeyle aidiyet duygumuzu nasıl sürdüreceğiz? Bu soruya yanıt vermek o kadar güç ki! Ancak yapabileceğimiz başka bir şey yok, bu ülkenin insanlarıyız ve onurlu yaşamak gibi bir sorunumuz var. Bu nedenle onurlu yaşamayı seçip duygularımızı içimize gömerek ne yapabiliyorsak iyilik ve adalet için yapmak zorundayız.
İnsan yaşamına bir değer vermediği bilinen kapitalist sistemin doğaya karşı adaletli olmasını beklemek tam bir ham hayal. Bu adaletsizliği açık bir dille yorumlamak ve adaletsizliğin fotoğrafını ortaya sermek zorundayız. Bu adaletsiz uygulamaların bir parçası olan doğal yaşam büyük bir yağma ile karşı karşıya. 766 noktada maden sahaları için yapılacağı duyurulan ihaleler, Eylül ayı itibariyle başlıyor. İhaleler 68 il coğrafyasında yaklaşık olarak 850 bin hektar alanı kapsıyor. Bu alanların içinde Sivas’ta 72 noktada 100 bin hektarı aşan ölçekteki arazi şirketlere ihale edilirken, Maraş’ta 55 noktada 70 bin hektar, Eskişehir’de 38 noktada 48 bin hektar, Erzincan’da 29 noktada 42 bin hektar, Elazığ’da 27 noktada 34 bin hektar ve Artvin’de 15 noktada 18 bin 500 hektar alan 68 il içinde önemli paya sahip bazı iller.
Düşünebiliyor musunuz? 81 ilin 68’inde toplam 850 bin hektar alandaki ormanlar, meralar ve tarım arazileri maden şirketlerinin yağmasına açılıyor. Bu boyutta bir yağmanın tek kalemde gerçekleştiriliyor olmasının bir örneğini dünyanın hiçbir yerinde bulamazsınız. Türkiye’nin tapusunu satılığa çıkarmakla böyle bir ihale yapmak arasında bir fark olabileceğini düşünmek çok zor. Çanakkale Kirazlı’yı, Ordu’yu, Uşak Eşme’yi ve diğer maden sahalarını gözünüzün önüne getirin ve bu durumun 68 ilde 850 bin hektar alanda yaşanacağını hayal edin! Tek hedefi bir avuç sermayeye birikim alanı yaratmak olan ve ceberrut sistemlerini devam ettirmek olanlar, bu ihale ile zaten yaşanmaz hale getirilen bu ülke coğrafyasının nasıl bir geleceği olabilir?
Eğer bu yağma sürecini durdurmazsak kendi adıma bu ülke için iyi bir gelecek hayal edemiyorum. Ormanları yağmalanmış, dereleri şirketlere 49 yıllığına hibe edilmiş, tarım arazileri yok edilip şirketlerin her türden faaliyetine sunulmuş, havası kirlenmiş, kurdu kuşu ihalelerle katledilmiş, gıda ithalata bağlanmış, her yanı betona boğulmuş, Hasankeyf gibi tüm tarihi alanlar yağmalanıp yok edilmiş, denizler şirketlerin yağma alanına dönüştürülüp canlı yaşamı katledilmiş, işçisi, köylüsü köle muamelesine tabi tutulmuş, Kürdü, Ermenisi, Çingenesi yok sayılıp zulme uğramış bir ülkenin nasıl bir geleceği olabilir?
Böyle bir ülkenin bir geleceği olamaz! Fakat yaşadıklarımız bir kader veya bir alın yazısı değil. Nazım Hikmet ‘dünyanın en tuhaf mahluku’ adlı şiirinde dediği gibi “bu dünyada, bu zulüm senin sayende. Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak kabahat senin, -demeğe de dilim varmıyor ama – kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!”
Evet kabahat hem benim, hem senin, hem herkesin kardeşim…