Rejimin İstiklal Caddesi patlaması sonrasındaki açıklama[ma]ları ve gösterdiği refleksler başlıktaki düsturu hatırlatıyor…
İstanbul Emniyet Müdürlüğü, patlamadan kısa süre sonra güvenlik kameralarının kayıtlarından seçerek fail olduğunu iddia ettiği bir kadını hedef gösterdi. Bu kayıtların yayılmasından bir süre sonra, sabaha karşı, “o kadın” olduğunu iddia ettiği bir kadını yakaladığını açıkladı:
“Suriye uyruklu Ahlam ALBASHIR isimli şahıs sağ olarak ele geçirilmiştir. Şahıs yapılan sorgusunda, PKK/PYD/YPG Terör örgütü tarafından özel istihbarat elemanı olarak yetiştirildiğini ve Afrin üzerinden ülkemize eylem yapmak için kaçak yollarla giriş yaptığını beyan etmiştir.
“PKK/PYD/YPG terör örgütünün Suriye Kobani’deki merkezinden İstanbul’da eylem talimatı alarak 13.11.2022 Pazar günü saat 16:20 sıralarında Bombalı eylemi gerçekleştirdiğini ve kaçtığını beyan etmiştir.”
Ne var ki, kamuoyuna takdim edilen “şüpheli”nin görüntülerinin, “PKK/PYD/YPG Terör örgütü tarafından özel olarak yetiştirildiği” iddia edilen katliamcı “istihbarat elemanı” imgesine uymadığı kimsenin gözünden kaçmadı.
Karşımızda “ihraç fazlası” New York “sweat shirt”üyle, taytıyla, ayaklarındaki süslü terlikleriyle evinden sille tokat alınıp getirilmiş, neye uğradığını şaşırmış, fotoğrafın bizim görmediğimiz tarafından yağan emir ve tehditlerin yarattığı dehşetten kendini sakınmak istercesine büzülmüş, geldiği yere ve başına gelenlere inanamayan ve gelecekleri hayal bile edemeyen, korkutulmuş, savunmasız, çaresiz bir göçmen kadın vardı yalnızca.
İlk izlenim her şeydir… “Bombacı” kimliğinin kanıtı diye servis edilen bütün görüntüler, “özel istihbarat elemanı”nın yakalanması “gerilimi”nden enstantaneler, Ahlam Al-Başir’in “katliamcı”lığıdan çok onun bir “tertip kurbanı” olduğu izlenimini güçlendirmekten başka hiçbir şeye yaramadı. Suratı aldığı darbelerden şişmiş, gururla gırtlağı sıkılan, tek başına, çaresiz, yoksul bir yabancı kadının “söyle” dendiğinde söylemeyeceği hiçbir şey olmayacağını bu “milli güvenlik devleti” altında yeterince yaşamış herkes tahmin edebilirdi.
Öyle de oldu. Yaratılmaya çalışılan imge ters tepince, “Al-Başir’in ilk ifadesi” denilen şey de anında çaptan düştü. “PKK/PYDYPG özel istihbarat elemanı”nın Türkiye’ye geçmek için, 900 kilometrelik Suriye sınırında bula bula 2018’den beri TSK ve devşirme “Suriye Milli Ordusu”nun işgali altındaki, herkesin silahlı, silahlı herkesin bir cihatçı çeteye mensup olduğu; Süleyman Soylu’nun “kaymakamı” tarafından yönetilen Efrîn’i bulmuş olması, Al-Başir’in “PKK bağlantısı” tezini güçlendirmek bir yana, resmi açıklamanın inandırıcılığını kuşkulu hale getirdi.
Ardından Halk Savunma Merkezi (HSM) ve Rojava Özerk Yönetimi Dış İlişkiler Dairesi ve SDG Genel Komutanı Mazlum Kobanê’nin katliamı kesin bir dille, “amasız ve fakatsız” reddeden açıklamaları gelince, Süleyman Soylu’nun 14 Ekim Beyoğlu tiradı bir “trajik komedi”den alıntılanmış bir repliğe dönüşüverdi.
Soylu şöyle diyordu: “Biz bize verilen mesajı aldık. Bize verilen mesajın ne olduğunu biliyoruz. Tekrar altını çizerek söylüyorum, ABD Büyükelçiliği’nin taziye mesajını redddiyoruz. Kobani’ye kendi senatolarından para gönderen bir devletin müttefikliği tartışılmalıdır.
“Biz kimseye kalleşlik yapmıyoruz ama bu kalleşliklere tahammül edecek gücümüz de kalmadı.
“Operasyonlarımız devam ediyor. Teröristler eğer yakalanmasaydı bugün Yunanistan’a kaçacaklardı. PYD’yi orada kim besliyorsa, PKK’ya kim iç istihbarat sağlıyorsa fail odur. Piyonları tartışmaya gerek yok. Bu milletin en önemli hasleti piyonların kafasını kırmasıdır.”
Düşünen akıllar için bu senaryonun temel açmazı, 13 Kasım günü İstiklal Caddesi’nin ortasında sivil halka yönelik bir katliamın PKK’nin siyasi stratejisi ve taktik ihtiyaçlarıyla hiçbir bağıntısının olmamasıydı. Askerî önceliği halen Güney Kürdistan’da süre giden TSK operasyonlarına karşı koymakta ve siyasal menfaati Türkiye demokratik kamuoyunu çatışmaya değil barış ve çözüme iknada olduğu bir dönemde PKK’nin Taksim’in ortasında sivil halka saldırmak için hiçbir nesnel motivasyonu olmayacağı aşikardı.
Öte yandan, YPG ve PYD’nin de Erdoğan ve iktidar blokunun seçimler öncesinde Doğu ve Kuzey Suriye’de bir askeri harekât peşinde koştuğu bir dönemde, bu harekatı gemleyen uluslararası güçleri ve Türkiye kamuoyunu karşıya alacak şekilde durup dururken Taksim’de sivillere saldırması için bütün politik ve askeri rasyonellerini Suriye çöllerine gömmüş olmaları gerekirdi.
İstiklal Caddesi saldırısı, tipik olarak PKK’nin “ortak gelecek” hedefine yöneldiği “konfederal çözüm” perspektifine geçişi sonrasındaki kent saldırıları ailesinden değildir. Bu saldırılar, zaman zaman sivillere zarar verse de, her zaman aslen bir askeri ya da güvenlik hedefine yönelik olmuştu.
Oysa, İstiklal Caddesi saldırısı tipik olarak DAİŞ ve El-Kaide’nin kendinden olmayan herkesi “katli vacip” ve her yeri “dar’ül harb” gören genel yaklaşımı ve 2010’lardan beri Ankara, Suruç, Diyarbakır ve İstanbul’da pek çok örneğini gördüğümüz saldırıların ailesindendir.
Şu halde kaçınılmaz soru: Suriye’deki cihatçı güçlerin İstiklal Caddesi’nde böyle bir saldırıyı gerçekleştirmek için bir motivasyonu var mıdır? Cevap: Evet, vardır.
Son bir yıldır, diktatörlüğün Rusya’nın baskısı altında Esad rejimiyle anlaşarak, İdlib, Halep ve Afrin’in boşaltılması ya da nötralize edilmesi karşılığında Rojava’nın bertaraf edilmesi temelinde yürüttüğü “istikşafi görüşmeler”in yarattığı infialin geçtiğimiz yaz İdlib, Azez ve Efrîn’de yol açtığı nümayişler, Türk bayraklarının yakılıp ateşe verildiği gösteriler, Ankara’nın beşinci kolu SMO ve El-Kaide’nin Suriye kolu El-Nusra arsında İdlib, Halep ve Efrîn’de süre giden çatışmalarda SMO dışı güçlerin mızraklarının sivri ucunun Türkiye’yi göstermeye başlamış olması hakikati göz önüne alındığında, İstanbul’u kana bulayan “mesaj”ın Efrîn’den geldiğini düşünmek için pek çok nesnel neden vardır.
Sahici bir güvenlik soruşturması, saldırının kaynağını bulmak için tutulacak ipin ucunun DAİŞ saldırıları tarihiyle ve Efrîn, İdlib gerilimiyle ilişkilendirilmesini gerektirir.
Doğrusu, Soylu ve emrindeki güçler de saldırının kaynağını biliyorlar. Ama cihatçılarla anlaşmazlıkları el altından çözene kadar kamuoyunu meşgul etmek üzere şu an çaresiz bir göçmen kadının etrafına kurdukları pejmürde oyunla “Efrîn’den gelen PKK/YPG saldırısı” temasını satmak için çırpınıyorlar. Katliamı ve sanıklarını gizliyorlar. Suça ortak oluyorlar.
Soylu ve diğerlerinin aklından cinayet mahalli bir türlü çıkmıyor: “Efrîn, Efrîn” diye sayıklamaları bundandır.