M. Ender Öndeş
E, artık bezdirdiniz ama. Yeter! Zulümden ölmezsek, itidalden öleceğiz. Bir sorumluluğu çoğullaştırma gayreti, bir empati itfaiyeciliği, bir Zanax üreticiliği… Nerede bir canı yanmış kişi feryat figan ediyorsa, izleyin görüntüleri, mutlaka birileri onu tutmaya, sakinleştirmeye filan çalışıyor. Neden? Neden ve nereye kadar?
Geçen sosyal medyada gördüm, vatandaş, oturup “Ah Marmara, biz sana ne yaptık” diye yazmış. La havle! Ne yaptın sen güzel abim? Kimya fabrikan filan mı var? Fazla siyanürün vardı da denize mi döktün bilmeden?
Kızılderili katliamları üzerine bir yazı paylaşıyorum Face’de; adam altına “Ah ne olur biraz başkalarını da anlasak” filan yazıyor. Hasta mısın birader sen? Adamlar çoluk çocuk kesmiş Kızılderilileri, sen kendine (ve hepimize!) hangi suç kaydını çıkarıyorsun durduk yerde?
Bir sokak arasında kafasını tekmeleye tekmeleye katlettiler Ali İsmail çocuğumuzu ya, ötesi var mı? Sen oturup “Kim tarafından kime yapılırsa yapılsın” diye söze başlıyorsun. Ondan sonra da ben onu demedim de filan…
Çoğullaştır, genelleştir, belirsizleştir ve nihayet failsizleştir! Sonra gelsin, siyaset öyle yapılmaz böyle yapılır akılları fikirleri, gelsin herkes birbirini anlasa memlekette güller açar muhabbetleri. Yok öyle bir şey! Gül mül açmayacak bu memlekette. Açacaksa da şimdi değil. Korkunç bir çukurun dibinde yaşıyoruz ya, dalga mı geçiyorsunuz siz? Sokaktan alınamayan cenazeleri gördük, ekmek almaya giderken vurulan çocukları, katırların sırtına bağlanmış bedenleri, kana boyanmış meydanları gördük. Öyle futboldaki gibi “sahada olan sahada kalır” denebilecek işler değil bunlar. Toprağa verdiklerimizden utanırım söylemeye, 10 Ekim sabahında eşimin telefona cevap veremediği on dakika, ömrümün yarısıdır benim. Ne ben ne de hiç kimse, eskisi gibi olamazdık, olamadık da zaten. O yüzden Sebahat’ın Bahçeli’ye o bakışına vurgun insanlar, ne sanıyorsunuz siz? O yüzden nezaket gevşekliklerine hızla refleks gösteriyorlar.
Hesaplaşma değil de birbirini anlama falan filan… Neyi anlayacağız ve hangi hesaptan vazgeçeceğiz. Yahu, biz yapmadıklarımızın hesabını veriyoruz da onlar yaptıklarının hesabını niye vermeyecekmiş?
Denklem şu ama ve hiç değişmiyor: Aptal solcular, gundi Kürtler ve akıllı abiler, ablalar… Büyük resmi hep onlar görüyor hep! Saray kadrosunda saz çalanı da, ‘sınıf’ ve ‘kimlik’ üzerine laf yumurtlayanı da, padişah kızının vakfında boy göstereni de “öteki mahalleye de söz söyleme”, “orayı da anlama” geyikleri yapıyor, bir tanesini de Sultanbeyli’de görmüşlüğümüz yok ama! Yahu, kim sorgulamış yürüyen madencinin dinini imanını? İkizderelilere “Ama siz AKP’ye oy vermiştiniz” diye bikbik eden biz miyiz? Flormar’ın kadınları ‘Erik Dalı’ oynarken başının örtüsüne mi baktık? “Çobanın oyu” eblehliği bizim ağzımızdan mı çıktı? Yüzde 60 saçmalığını biz mi musallat ettik memlekete? Aha siz, aha Sultanbeyli, kim tutuyor elinizi?
Katı mıyız? Evet katıyız. Niye olmayalım ki? Ne sakıncası var?
İki güzel insanı yitirdik geçen hafta. Tahir ve Ali Faik… Soma’nın çocuklarıydı ikisi de. Soma’yı bilirim, toprağımdır, zordur. Yıllar yılı oturmuş olan yerleşik sendikal düzene uyarsan olur da, o çerçevenin dışına çıkarsan, iğneyle kuyu kazmaktan beterdir yaptığın iş. O yüzden değerliydi işte her ikisi de.
Katı mıyız? Evet, katıyız. Neyi anlayalım şimdi yani? Elitaş’ı mı? Can Gürkan’ı mı?
Yeter! Aha buramıza geldi artık, yeter! Gidin ötede anlayın kimi anlayacaksanız!