Fransa’da Kuzey Afrika kökenli 17 yaşındaki Nahel’in polis kurşunuyla öldürülmesi üzerine banliyölere yayılan bir isyan dalgası başladı.
Defalarca tekrarlanan bir akışı yeniden yaşıyoruz.
Durum tasvir ediliyor yakın bir şekilde gözlemleyenler tarafından. Tabii ki yine her zamanki gibi herkes “çağının tanığı”. 90’lardan itibaren aldı yürüdü bu “çağının tanığı” olma mottosu. Aman bulaşmayalım, sadece izleyelim.
Kevin Carter’ın 1994’de Sudan’da çektiği çok ünlü bir fotoğraf var. Açlıktan bir deri bir kemik kalmış küçük bir kız çocuğuna yaklaşan akbaba fotoğrafı. Çocuk kendisini kurtarabilecek bir kampa doğru ilerlemeye çalışırken, akbaba onun güçsüzlüğünü fark etmişti. Carter akbaba çocuğa aynı karede olabilecek kadar yaklaştığında fotoğrafını çekti.
O sorunun tanığıydı, görevini yapmıştı ve çocuğa yardım etmeden uzaklaştı oradan. Kendisinin de sonradan itiraf ettiği gibi çocuğa yardım edebilirdi. Bu çektiği fotoğrafla Pulitzer Ödülü dahi aldı. Ne var ki vicdanı onu rahat bırakmıyordu. Çağının sadece “tanığı” olmak ona ağır gelmişti. Ödülü aldıktan üç ay sonra, doğduğu yer olan Johannesburg’da, kamyonetinin içine egzoz gazı vererek intihar etti.
Dünyanın her yerinde isyanlar çıkıyor. Haftalarca sürüyor hatta ama hiçbir iz bırakmadan uçup gidiyorlar. Herkes buna hayıflanıyor ve üzülüyor. Örneğin Türkiye’de emeğinin karşılığını alamayarak büyük bir yoksulluk çeken insanların AKP’yi reddetmemesine “yazıklar olsun” deniyor.
Aslında burada doğru ve güzel bir yaklaşım var. Demek ki neymiş, ülkeyi değiştirecek olanlar emeğinin karşılığını alamayan emekçilermiş. Demek ki herkes içten içe gerçeğin ne olduğunu biliyor. O halde, bu gerçeği seçimlerden önce söylediğim zamanlarda aşırı solcu olmakla suçlanmayayım lütfen.
Fransa’daki gelişmeleri gözlemleyen akademisyen ya da gazeteciler de üzülüyor. Bu hareketlilik sınıf temeline dayanmıyor, bir örgüt ya da bir politik hedef yok diyorlar. Sanki bu Fransa’daki protestocularda yok da entelektüellerde gani gani var. Sol entelektüellerin hoşlanmadıkları konular “sınıf mücadelesi, örgüt ve politik olmak” şeklinde sayılabilir. Hepsi bu kavramların uzağındadır ve çoğunlukla aleyhine konuşurlar.
İşçi sınıfı sağ partilere oy vermektedir, tüh. Örgütler ve toplantılar sıkıcıdır, aman of. Politika da çok kirlidir, onlardan ırak olsun. Onların hassas kalpleri işçi sınıfından, örgütten ve siyasetten yana olamaz. Hep her şeyin üstündedirler. O kadar yüce ve ruhanidirler ki, böyle avam ve dünyevi konulara inemezler.
Zaten bizim bu türden bildiğimiz muhalif arkadaşlarımız bir tür orta sınıftır. Onlar zanneder ki sosyalizm gibi bir iş olduğunda mühendis ve doktorlar tarzında insanlar iktidara gelecek. Büyük çoğunluğu zaten bu önemli mesleklerdendir ya da en azından tahsil görmüştür. İşte bu temel varoluştan ötürü, işçi sınıfı siyasetine hiç de sıcak bakmazlar. Örgüt diye bildikleri de en fazla “sivil toplum kuruluşları”dır.
Entelektüeller ve muhaliflerin önemli bir kısmı böyledir.
Ama biliyorlar ki seçim sonuçları işçi sınıfının tutumuna göre tayin olacak.
İşte demek istediğim konu bu. Herkes derinden derine biliyor ama o yönde davranmıyor. Bütün olaylar bize bu gerçeği gösteriyor halbuki.
Bir yorumcu Rusya’da Wagner lideri Yevgeni Prigojin’in kalkıştığı işin, bir devrim ayarındaymış gibi konuşulmasıyla alay ediyor. Bu becerilseydi bile ancak bir darbe olurdu, diye değerlendirme yapıyor. Yani hiç beklenmedik bir yorumcu dahi darbe ile devrimi keskin bir şekilde ayırıyor ve devrimi olumluyor.
Demek ki o da biliyor bu karmaşık konuların aslını.
Peki, herkes her şeyin doğrusunu derinden derine biliyorken, neden kimse bu doğrular yönünde harekete geçemiyor?
Çünkü burjuva siyaseti ve kültürü, herkesi ve her şeyi silindir gibi ezip geçiyor.
Çünkü son demlerini yaşasada, o derece büyük ve güçlü.
Entelektüeller ve muhalifler arasında bir karşı kültür yok.
Güncel burjuva kültürü bireyciliği, örgütsüzlüğü, apolitik olmayı, sivil toplumculuğu, sadakacılığı, talepçi konumunu, minimalizmi, yerelciliği, milliyetçiliği, elitizmi, narsisizmi ve akıl dışılığı övüyor; bizimkiler de övüyor. Burjuva kültürü iktidar iktisat, sömürü, ezilenlerin şiddeti, ulusların özgürlüğü, örgütlü mücadele, program, devrim ve büyük politik hedeften hoşlanmıyor; bizimkiler de hoşlanmıyor.
“Örgütlü olmak gerekir” lafı Yılmaz Güney ve hatta Cüneyt Arkın’ın kameraya dönerek söylediği eski bir Yeşilçam repliği artık. Eskiden Yeşilçam bile daha fazla karşı kültür mecrasıydı sanırım. İnsanlar konuşmaya “ben hiçbir partiye üye değilim” diyerek başlıyor. “Askıda ekmek” uygulaması çok takdir ediliyor. Bir ay içinde iki üç temel kavram “siyaset üstü” ilan ediliyor. Örneğin pandemi, örneğin sınır ötesi operasyonlar, örneğin depreme hazırlıklı olmak. Bütün sosyal medya, televizyon dizileri ve günlük haberler bununla dolu. Muhalifler durmaksızın bu kültürü çoğaltıyor. İnanılmaz çalışkanlar. Her bir orta sınıf muhalif, militan bir postmoderniste dönüşmüş gibi.
Şu anda burjuva kültürü bizi zorlamıyor bile, biz kendimiz öyleyiz.
Durum buysa işçi sınıfı ve ezilen halklarla birlikte elbette ki önemli işler yapamayız.
Bize direnen, hücuma geçen ve zafer kazanan bir karşı kültür ve siyaset lazım.