Yaşam uğraşısının boyun eğen, sessiz ve sıradan bir yönü var. Lefebvre, yaşamın tarih taşımayan, gösterişsiz, kişiyi meşgul edip duran ve uğraştıran yönünü çok iyi anlatıyor: “Gündelik hayat mütevazı ve sağlamdır, doğal olandır, kısımları ve parçaları belli bir zaman kullanımı içinde, kuşkuya meydan vermeyecek bir biçimde birbirlerine bağlanan şey”lerdir. Yani etrafında ne yaşanıyor olursa olsun, herkesin yapıp ettiği etkinlikleri yinelemektir. Saray’da ya da gecekonduda, hangi koşullarda yaşanırsa yaşansın bu yönümüz edilgin ve alıcı durumda. İçinden çıktığı kesimin ideal tipleri olarak görülen ve ailesi ile Siyasal İslam’ın Türkiye temsilcisi Recep Tayyip Erdoğan ve Türklükle özdeşleştirilen Devlet Bahçeli de, yaşamın bu yönüyle, diğer insanların yapıp ettiği etkinlikleri muhafaza ediyor. AKP ve MHP’nin yoksul tabanındaki sıradan bir üye yaşamın bu yönünden dolayı olsa gerek “biz iktidardayız, devlet benim” diyebiliyor. Sınırları çizilmiş, rahatlama sağlayıp düzenin sürekliliğini koruyan bir tören değil midir gerçekte bu yaşanan?
Yaşamın bu edilgen, sağlam ve mütevazı yönü sürüyor sürmesine, ne var ki “bu kadarı da olamaz!” denilecek olaylar yaşanıyor. Yıllarca deprem vergisi toplandı, bu vergiler kayboldu. Kâr peşindeki müteahhitlerin yaptığı ve kamu gücünün denetlemediği çürük binalar, İzmir’de annesiz, babasız, çocuksuz evler bıraktı. Ne var ki gündelik hayat sürüyor. Her evde 25 yaş altında veya 50 yaş üstünde bir işsiz var nerdeyse, TBMM’de yaşamları çalınıyor. Ama evdeki yaşamlar devam ediyor. Çocuklar, kadınlar, işçiler bir gün “acı bir kayıp” haline geliyorlar, ama kendi içlerine kıvrılmış bedenler yaşamlarını sürdürüyor. 12 Eylül darbesinin YÖK’ü Saray’a bağlandı, yüksek diplomalı akademisyenlerin rektör adaylarını belirleme iradesine el kondu, üniversite yönetimleri rektörlerin aile şirketi haline geldi, ama üniversitede yaşam çevrimiçi devam ediyor. Kürtlerin seçme iradesi, kayyum atamaları ile yok sayıldı, ne var ki hayatlar sürüyor. Fiyatlar yükseliyor, vergiler artıyor, döviz kuru yükseliyor, Saray’a Merkez Bankası Başkanı dayanmıyor, ama yaşam olağan şeyler yaşanıyormuşçasına, azalarak akıyor.
Bu kayıtsızlık ve kabullenişle kitlesel bir zombileşme hali mi yaşıyoruz? 2017’de Almanya’nın Hamburg kentinde yapılan G-20 zirvesini Türkiye’den izledim. Toplantının yapıldığı binanın dışında başka bir yaşam talep ediliyordu. Bunlar arasında “zombi eylemi”, G-20 zirvesinin kamusal sahnesinin en etkili pratiği oldu. Griye boyanmış giysi ve bedenleriyle zombileşmiş 1000 kişinin ağır ağır yürüyüşü ürpertici idi. Gerçekte yaşamadıkları duygusunu veren, renksiz, ışıltısız, etkiye kapalı, etkilemeye isteksiz bedenler meydanı doldurdu. Eylemin sonuna doğru, protestoculardan biri hareketlendi, derin derin nefes almaya başladı, kollarını kaldırdı, üzerindeki gri elbiseyi çıkarıp attı, altından mavi renkli tişörtü çıktı, yere düşmüş olan zombiye şefkatlice dokundu. Bu hareket 1000 kez tekrar edildi farklanarak… Protestocular, “kapitalizmin yıkıcı etkileriyle yaşamak istemiyoruz” diyorlardı. Ama eylemin asıl amacı, insanların kovuklarından çıkmaları, yaşama ve siyasete müdahale etmeleriydi.
Bu eylem yaşamın diğer boyutunu açıkça fark ettiriyor; bu yanımız fark üretebilme yetimiz ve gücümüzle ilişkili. Hayatını nasıl kazanabileceğinin peşine düşmüş bir öz bilincin/eylemin yanı başında başka bir bilincin de var olabilmesi, dünyaya başka bir bakış açısı. Siyaset tam da burada konumlanmıyor mu? Bu bakış açısı benliği, kendiliği aşar, kendisi ile eşit haklara sahip başka bilinçlerin/eylemlerin dünyasına ulaşır. Bu bağlamda insan-oluş, alıcı konumundan çıkar ve üretmeye başlar. Yani yaşadığı çevreye etkin ve dinamik bir güç olarak katılır. Böylece kişi hem tekrar eden yaşamını farklandırır, hem de gündelik yaşamını devrimleştirir.
Siyaset tortulaşmış sorunları çözemiyor, aynılaşıyor, birbirine benzeyen sıkıcı rutinler siyaseti kuşatıyor. Bu nedenle karnaval düşüncesi kulağa güzel geliyor. Karnavalda gündelik olanın egemen olduğu, işlerin her zamanki gibi yürüdüğü zaman dilimleri betimlenmez. Bakhtin’e göre, “Her türlü resmi konum ve ciddiyete yönelik alay, tüm hiyerarşilerin tepetaklak edilmesi, davranış kurallarının küfür, müstehcenlik, aşağılama, kabalıkla ihlali, bedensel iştahlara yönelik tüm aşırılıkların kutlanması biçiminde kendini dışa vuran bir halk bilincinin mekânıdır karnaval meydanı.” Karnaval benzetmesi, siyasete müdahalenin kodları çözülmüş yeni yollarına işaret eder.
Karnavalda olduğu gibi, hem tekil hem de kolektif bedenlerimiz çokluktur. Bu minvalde bir yanımız gündelik olanı, aynılaşmayı üretirken diğer yanımız rengârenk karnavaldır. Karnaval, yaşamın, dilin ve siyasetin, “çok sesli” niteliğinin dışavurumudur. Salgın günlerinde okumak, konuşmak, yazmak, Öteki ile karşılaşmaları örmek, sevgi/duygu üretmek, kodları kırmak karnavalı yaşatmaktır. İktidarların kapamadığı karnaval fikri, yurttaşları siyasete, dayanışmaya ve cesareti örgütlemeye çağırır.
Dipnotlar:
- Henri Lefebvre Modern Dünyada Gündelik Hayat, Metis Yayınları, 2016.
- Mikhail Bakhtin, Karnavaldan Romana Edebiyat Teorisinden Dil Felsefesine Seçme Yazılar, Çev: Cem Soydemir, Der: Sibel Irzık, Ayrıntı Yayınları, 2001