Kaotik bir dünyada yaşıyoruz. Eskiyi özlemenin hem bir hükmü yok hem de gereksiz artık. Şimdi, şu anda buradayız ve her ne oluyorsa onu anlamaya, ona karşı bir tutum belirlemeye çalışıyoruz. Elimizde her durum için geçerli formüller yok belki ama tümden çaresiz de sayılmayız. Aptal televizyon ‘uzman’ları değiliz biz. Sağlam ilkelerimiz ve temel dayanaklarımız var.
İşler karışık, tamam, anladık. ‘Emperyalizm ve yerli uşakları’ diye başlardık söze eskiden ve sanki daha kolaydı işler. Ama o zaman bile durum tam öyle değildi aslında. Yani kapitalist dünyanın patronları ile kenar ülkeler arasındaki ilişki, (en azından her durumda) tam olarak bir emir-komuta ilişkisi değildi. ‘Yeni-sömürgecilik’, ‘emperyalizmin içsel olgu olması’ gibi kavramlar da bu ayrımlar için icat edilmişti zaten. 19’uncu yüzyılın klasik sömürge valilerinden başka bir yere gelmişti o ilişki; artık dışsal dinamiklerle de desteklenerek geliştirilmiş bağımlı bir kapitalizm ve seçimler, ‘bağımsız’ devletler, vs. filan vardı. Özetle, yeni-sömürgeciliğin emperyalist hegemonya biçimi daha karmaşık bir yerden kuruluyordu ve yeni kavramlar gerekiyordu.
Şimdi, 90’lardaki o büyük geri adımdan otuz yıl sonra, artık işler daha da farklı ve biz bu farkı anlamakta zorlanıyoruz henüz. Geçmişteki gibi devrimci pratik içinden dünyaya bakan yüksek dehalarımız şimdilik pek az. (Kenar bir ülke gibi görünen İran’ın devrimci hareketinin 1970’lerdeki metinlerine ya da Venezuela’dan Bravo’nun yazdıklarına, vb. vb. bakıyorum da bazen, nasıl da parlak ışıklar gözünü alıyor insanın!) Belki de o yüzden, evinden oturup yazan felsefecilerden, akademisyenlerden medet umuyoruz bugünlerde, öyle değil mi?
Her neyse, oturup ağlayacak değiliz bunun için. Evet, dünya karışık ve olup bitenleri anlamak da zorlaştı; bu konuda benim de okura sunacak dört başı mamur çözümlemelerim yok ama en azından şunu biliyorum: Dünyadaki hegemonya ilişkilerinde artık daha fazla patlak çatlak zeminler ve kör noktalar var. 90’larda artık kapitalist dünyanın ‘birlik beraberlik’ içinde hükmünü sürdüreceğini ve ABD’nin hegemonyasının önünde hiçbir engel kalmadığını düşünenler pek çoktu. Oysa zaman geçtikçe, bir yandan yeni cepheler/bloklar oluşurken, bir yandan da özellikle sorunlu coğrafyalarda yerel despotların cirit atabildiği büyük boşluk alanları oluştu. Nihai olarak, (ama nihai olarak!) büyük patronlar belirleyici olsa da, değişik odak noktaları güç kazanırken, bölgesel hegemonya türleri belirdi.
Dolayısıyla, bu koşullar altında, bu yerellerden birinde yaşayan insanlar açısından da düz anti-emperyalizm ya da düz bir anti-ABD söylem, durumu tam karşılamıyor. Tam olarak emperyalizm kavramıyla da tanımlayamadığımız ama emperyal hevesleri/atakları olan yerel hegemonları gözetmeyen bir yaklaşım, ilerletici olmuyor. Dahası, yer yer o hegemonlarla aynı düzleme düşmek gibi tehlikeleri içinde barındırabiliyor. Yani, siz bir coğrafyada yaşıyorsunuz, bir kapitalist düzeniniz ve bir devletiniz var; o sistem ve o devlet, yayılmacı amaçlarla sağa sola dalıp duruyor; içeride zindanları dolduruyor bu arada, kan gövdeyi götürüyor ama siz bu halkayı atlayıp parmağınızla ‘asıl düşman’ı, ABD’yi gösteriyorsunuz. Doğru mu bu yaklaşım? Evet, doğru. Ama genel bir doğru.
Öte yandan, “Beni her gün vuran aha budur, okyanusun ötesindeki düşmandan bana ne” yaklaşımı da doğrudur belki ama o da genel bir doğrudur. Gerçek durum ise çok daha karmaşık.
Netice itibarıyla, sadede gelelim, somut soru: Kasım Süleymani’nin yasını tutmalı mıyız?
Ne münasebet! Zorba bir düzenin en karanlık adamlarından birine niye hayranlık duyalım ki?
Peki, onu vuranları alkışlamalı mıyız?
Ne münasebet! Ben istediğimi vururum demenin sonu var mı?
Viyana’da Qasımlo’yu vuran mantıktan bunun ne farkı var mesela? Abu Ali Mustafa’yı Ramallah’ta katleden füzeler hangi zihniyetle atıldı? Şeyh Yasin’i tekerlekli sandalyesinde vuran Şaron pek mi matahtır yani? FARC komutanı Reyes’i katleden füzelerin düğmesine basan Bush ABD tarihinin en azgın başkanlarından biri değil midir? Geçtik onları, Kenya’daki kirli dalaverelerin arkasında kim vardı peki? CIA-Mossad ikilisinin onca yıl boyunca -ve hala!- Türkiye devrimci hareketiyle Kürt hareketine karşı Türkiye oligarşisine verdiği eşsiz hizmetleri nereye koyalım? Şehirleri yerle bir eden tankları, topları, sınır boylarında çocukları kana bulayan uçakları nereye koyalım? Ve en önemlisi, şimdi, şu anda, becerebilse aynısını buralarda yapmaya pek hevesli olanları nereye koyalım?
Karışık zamanlarda düz düşünmek ve ilkelere dayanmak… ‘İnce siyaset’ meraklılarına basit görünebilir belki ama doğrusu bu: Küresel ya da bölgesel her türlü haydutluğa, zorbalığa karşı çıkmak, her koşulda, yerel ya da küresel despotlara karşı emekçi halkların, yoksulların çıkarlarını ve özgürlük mücadelelerini savunmak…
Ha, daha ‘deneysel’ bir yoldan giderek şöyle de yapabiliriz isterseniz: Süleymani hayranlarını altı aylığına Tahran’a, Trump hayranlarını da yine altı aylığına Meksika sınırına filan gönderelim. Altı ay sonra yeniden buluşup durumu değerlendirelim. Olmaz mı?