“Hemen herkesin suçlu olduğu yerde aslında hiçkimse suçlu değildir” … Bu savunmaya, “Kötülüğün Sıradanlığı”nda cevap veren Hannah Arendt, suçun ve masumiyetin nesnel doğası olduğunu hatırlatır. Yahudilerin toplama kamplarına naklinden sorumlu olan Nazi liderlerinden Adolf Eichmann’ın Kudüs Bölge Mahkemesi’nde nasıl yargılandığını ve duruşmalarda kötülüğün sıradanlaştırılmasına rağmen sanıkların sadist birer canavardan ziyade normal insanlar olduklarını anlatır. Genel kötülük özelde yapılan kötülükleri masum göstermeye yetmeyecektir.
Kötülüğün sınırı ve klasifikasyonu yok. İnsan, hayvan, doğa… Her ne üzerine uygulanırsa uygulansın öldürmek ve kıyım bir suç, asla cezasız kalamaz. 11 Mart 2011 tarihinde Japonya’da meydana gelen deprem ve tsunami ile beraber nükleer reaktörlerdeki patlamaların müsebbibliği de bu kapsama dahil. Nitekim yedi yıldır devam etmekte olan nükleer felaket, meydana gelen tehlikelerin mağdurlarıyla her an yeni mağdurlar yaratabilecek risklere maruz kalan halkı derhal hak arayışına yöneltti. Nihayet 2017 yılı itibariyle görülmeye başlanan davalar nükleer felaket başladıktan sonra yaşanan panik, kaos, kötü yönetim ve tabi ki kontaminasyon nedeniyle 44 kişinin yaşamını yitirdiğini açıkça ortaya koyuyor. Nükleer santralde alınması gereken güvenlik önlemlerini maliyetli bularak aldırmadıkları anlaşılan santralin işletmecisi Tokyo Elektrik’in (TEPCO) üç yöneticisi bu yargılama sürecinde Arendt’in cümlelerini çağırır gibi kopyala-yapıştır gözlerden akan kayıtsız sorumluluk, bir nevi karar vericilerin umarsız hafifliği rahatsız edici.
Yıllar geçecek aynı bakışları Japonya’da 1 milyon ton radyoaktif suyun denize boşaltılmasını onaylayan yöneticilerin yüzlerinde bulacağız. Zira Fukuşima nükleer felaketinin başladığı yedi yıldır çekirdek erimesi olan reaktörlerin mütemadiyen soğutulmasına devam edilirken, silolarda toplanan radyoaktif su denize boşaltılmanın eşiğinde. Bugüne dek siloların sayısı 860’a, biriktirilen toplam su miktarı ise 1 milyon elli tona ulaştı. Lakin ilave silolar getirip bunlara yer açmak maliyetli olacağı için TEPCO yönetimi hokkabazlık peşinde. Peki madem bu su denize boşaltılacaktı neden bekletildi derseniz? Bunun sebebi yetkililerinin bu radyoaktif suyun arıtıldığına ve içindeki stronsiyum 90 ile sezyum 137 gibi yarılanma ömrü 30 yıl civarında olan, yani etkisi en az 300 yıl sürecek izotoplardan arıtıldığına dair verdiği yalan beyanlardır.
Nitekim önceki gün TEPCO ve Bakanlık raporlarında silolarda biriktirilen suda stronsiyum 90 izotopu litrede 600 bin bekerel düzeyinde, yani sınır dozun 20 bin kat fazla olduğu kamuoyuna yansıdı. Stronsiyum 90 ve sezyum 137 izotoplarının yüz yıllar boyunca direkt kanser yapıcı etkisinin bulunduğunu artık bilmeyen yok. Kaldı ki feda edilmek istenen çevre ve toplum sağlığının karşısında kaçınılmak istenen şeyler: Ek maliyetler ve nükleer endüstrinin hasır altı edilemeyen gerçekleri. Bu noktada sorun yalnızca tritiyum izotopu bile olsa silolardaki suyun denize boşaltılması tüm bir dünya açısından kabul edilemez. Nitekim bilimsel araştırmalar Kanada’da Pilgrim Nükleer Santrali’nden denize verilen trityum içerikli su ile santral bölgesinde down sendromuyla doğan çocuklardaki artış arasında bir korelasyon olabileceğine dikkat çekiyor.
Gerek bugünü gerekse gelecek nesillerin sağlığını, yaşamını, tüm bir ekosistemi tarihi önemdeki risklere maruz bırakan karar vericiler, teknokratlar ve bürokratlar iş sorumluluk almaya geldiğinde kendinizi bir emir eri olarak hissetmenizin nedeni başka türlü kendi varlığınıza tahammül edememeniz olabilir mi? Elbette! Başladığımız gibi Arendt’le bitirelim: “Sanki sizin ve üstlerinizin bu dünyada kimin yaşayacağına kimin yaşamayacağına karar verme hakkınız varmış gibi – bir politikayı destekleyip uyguladıysanız, biz de hiç kimsenin, yani insan ırkının hiçbir üyesinin bu dünyayı sizinle paylaşmak isteyebileceğini düşünmüyoruz.” Öyle ki bu “hiç kimseye” kendileri de dahildir.
Pınar Demircan