Bu hafta da koronavirüs süreci ile bağlantılı olarak film analizlerine devam edeceğim. Sosyal medyada pandemi gündemiyle en çok paylaşılan fotoğraf ve videolar fabrikaların bir bölümünün çalışmaması, araçların trafiğe çıkmaması nedeniyle doğal yaşamda ortaya çıkan canlanma. İnsanların boş bıraktığı sokaklarda domuz, kurt, ceylan gibi vahşi hayvanlar serbestçe dolanıyor, deniz kıyılarında yunuslar, balinalar dans ediyor. Hava temiz olduğu için yağmur sonrası muazzam gökkuşakları oluşuyor. Kimyasal atık bırakılmadığı ve temiz akmaya başladıkları için balıklar nehirlere geri dönüyor.
Ve elbette işin hazin tarafı bu video ve fotoğraflar etrafında üretilen “Fabrikalar çalışmazsa, araba egzozları havayı kirletmezse dünya ne yaşanası yer olur” söylemi, evde sıkışıp kalmış insanların, aslında söylediklerinin neye tekabül ettiğinin farkında olmaktan çok uzak romantik bir serzeniş yahut temennisinden öteye bir amaç içermemesi. Fabrikalar çalışmasın, arabalar trafiğe çıkmasın demek, kapitalizm son bulsun demektir. “Ne yani sosyalist düzende fabrika, araba yok mu” diye itiraz gelebilir hemen. Elbette sosyalist düzende de insanların ihtiyaçlarını karşılayacak üretimler yapan fabrikalar ve arabalar olacak. Ama cümlenin de ifade ettiği gibi “insanların ihtiyaçlarını karşılayacak bir üretim”, kapitalizmin ihtiyaçlarını karşılayan değil. İhtiyaca göre üretim yapılırsa pandeminin üretimi durdurması nedeniyle ortaya çıkan temizlenmenin belki de on katı bir temizlenme ve yenilenme doğada ortaya çıkacaktır. Bilmeden kapitalist sisteme bir itirazı içinde barındıran bu klavye başı sohbetleri, söylenenin ne anlama geldiğinin bilincine varılsa söyleyenlerin büyük bir kısmını ürkütecek ve yazdıklarını sildirtecektir. Zira kafalarda kapitalizm neredeyse tanrısal bir sistem değişmezliği kabulüne tekabül etmektedir. Oysa gerçekten küresel ısınmasının engellenmesinin de doğanın kirlenmesinin ve yaşam kaynaklarının tükenmesinin engellenmesinin de biricik yolu var: Üretime göre ihtiyaç (yani kapitalizmin kâr ihtiyacına göre) değil, ihtiyaca göre üretim ilkesini yaşamın tümüne egemen kılmak.
Bu bağlamda daha çok bol ödüllü filmi “Parazit” ile bugünlerde gündemde olan Güney Koreli yönetmen Bong Joon Ho’nun yönettiği 2012 yapımı “Kar Küreyici (Snowpiercer)” filmini konuşmak hayli kafa açıcı olacaktır. Pandemi ile yahut doğanın yok oluşu ile ilgili düzen içi yürütülen tartışmaların ve gerçekleştirilen uygulamaların hiçbir değerinin olmadığını oldukça iyi anlatan bir film. Filmin bu yanına, yazının sonunda değineceğim. Pek çok film eleştirmeni yahut yorumcu-yazar, yönetmenin her iki filmini de pek çok yönüyle aynı mental çerçeve içine oturtarak değerlendirmektedir. Oysa iki filmin, filmde tasvir edilen bu vahşi sistemden çıkış için işaret ettikleri şey, akla kara kadar birbirinden farklı. Bu aynı zamanda yönetmenin nereden nereye geldiğini gösterdiği gibi, Parazit filminin neden bu kadar övgü ve ödüle mazhar görüldüğünü de açıklamaktadır.
Küresel ısınmayı engellemek için atmosfere salınan bir madde yüzünden dünya buzlarla kaplanır. Geriye kalan az sayıda insan Wilford’ın yaptığı, bir yılda tüm dünyayı sonlanmayan bir enerjiyle dönen büyük trenin, yani Snowpiercer’ın içerisinde yaşamaya başlar. Tren felaketten bu yana 17 yıldır bu şekilde dünyayı dolanmaktadır. On yedi yaşından küçükler bu trende doğmuşlardır ve diğer dünyayı bilmemektedirler. Âdeta dünyanın bir mikro modeli olan bu tren içindeki yaşam, çok keskin ve acımasız bir sınıfsal ayrım üzerine kuruludur. Trenin şekli gereği Platform, Küp, Parazit filmlerinde olduğu gibi biçimsel anlamda alttakiler ve üsttekiler gibi dikey değil, öndekiler, ortadakiler, öndekiler gibi yatay bir hiyerarşik sınıfsal ayrımla şekillenmiştir. Kuyruk kısmında yaşayanlar için yaşam, âdeta bir cehennem gibidir. Başlangıçta yiyecek bulamadıkları için birbirlerini öldürüp yiyen, bir başkasının ya da kendisinin kolunu bacağını kesip yiyen insanlar daha sonra sistemin onlara günlük dağıttığı ve hamam böceklerinden yapılmış kapsüllerle hayatta kalırlar. “İnsan, insanın kurdudur” tezi burada da hayat buluyor, yukarıda sözü geçen tüm filmlerde olduğu gibi. Orta ve ön taraflarda ise oldukça konforlu bir hayatın ve bol yiyeceğin olduğu görülür. Film, kuyruk kısmında başlar ve kuyruk kısmındaki atmosferi ve karakterler tanıtıldıktan sonra ön tarafa doğru isyan hamlesinde bulunan kuyruktakilerin tren içinde öne doğru ilerleyişiyle seyirci orta ve ön taraftakilerin yaşadığı bolluk ve refaha isyancılarla birlikte tanıklık eder. Kuyruktakiler arasında bir dayanışmanın gelişmiş olduğu ve bu dayanışma düzenini sağlayan bir liderliğin olduğu görülür. Ve yine anlarız ki bu 17 yıl boyunca kuyruktakiler şimdi yaşlı ve bir ayağı olmayan Gilliam liderliğinde sayısız defa isyan etmiş ve ağır kayıplar vererek kuyruğa geri dönmek zorunda kalmışlardır. Bu kez doğal bir önderlik özelliğine sahip genç bir asi olan Curtis isyana liderlik eder. Gilliam de bu liderliği teşvik eder.
Önceki isyanların aksine Curtis liderliğindeki isyan çok kanlı bir çarpışmadan sonra bu kez en baş tarafa, lokomotif dairesine kadar ulaşır. Trenin tasarımcısı olan ve bu küçük dünyanın çarkını döndüren lokomotifi yöneten Wilford ile karşı karşıya gelir. Treni bir diktatör yetkisiyle yöneten Wilford öldürülürse trenin yönetimi kuyruktakilerin eline geçecektir. Tam burada seyirci “Peki bundan sonra trende düzen nasıl yürüyecek, yönetimi ele geçiren kuyruktakiler hakça bir düzen inşa edilecekler mi?” diye bir soru soracakken bir sürprizle karşılaşıyorlar. Curtis, Wilford’u öldürme fırsatını elinden kaçırıyor. Fakat Wilford, kendisinin yaşlandığını ve bu trenin düzenini koruyacak bir lidere ihtiyaç olduğunu, isyanı buraya kadar getiren bir lider olarak yerini kendisine bırakmak istediğini söyler. Curtis ve seyirci bir şaşkınlık ve ikilem arasında bırakılır. Fakat asıl sürpriz bundan sonra kendini gösterir. Trendeki nüfus oranını dengeleyebilmek ve kaynakların yetmesini sağlayabilmek için ön tarafın lideri olarak Wilford, kuyruktakilerin lideri olan Gilliam ile anlaşarak isyanları başlatmaktadırlar. Ve kontrollü bir başkaldırı olduğu için de asla isyan lokomotife ulaşamaz. Savaş sonrası nüfus dengesi hem kuyruk hem de ön taraf için yerine oturur. Bu gerçek, Curtis’i büyük bir hayal kırıklığına uğratır. İsyan ideolojik ve fikri olarak yenilmiştir. Film burada biter ve sistem içi bir çözüm ile son bulur.
Film burada bitmez, baş kısma kadar ulaşan iki isyancı ve Curtis önceden döşedikleri patlayıcılarla treni havaya uçururlar. Trendeki herkes ölür. Sadece yedi sekiz yaşlarındaki bir siyahi çocuk ile on altı yaşındaki Asyalı bir kız kurtulur trenden. Trenin enkazı arasından dışarı çıkan çocuk ve kız dağın yamacında yürümekte olan bir kutup ayısı görürler. Tren içinde ele geçirilecek liderlik, iktidar, yani proletaryanın devleti ele geçirmesi yine sistemin yerinde kalmasını sağlayacaktı. Fakat tren, yani kapitalist sistem havaya uçurulur ve onun dışında bir yaşam arayışı başlar. Filmin mottosu “Başka bir dünya mümkün.” Bu filmi, bu filmin yönetmeninin “Parazit” filmi de dâhil olmak üzere yukarıda saydığım diğer filmlerden, ayıran yanı bu işte. Sistem dışı bir çözümü işaret etmesi.