İnsanın toplumsal yaşamının tarihselliği, onun kendi kendini yönetmesinin genel biçiminin bütünü olarak kabul görülür. Dolayısıyla hiç kimse ne kuralları hiçlikten, boş bir uzamdan yaratma kudretine ne de sihrine sahiptir. Marx’ın belirttiği gibi “insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama bunu iradi olarak, kendi seçtikleri koşullar altında değil, daha ziyade doğrudan hazır buldukları, verili ve kendilerine miras kalan koşullar altında yaparlar.” Nitekim hâlihazırda belli başlı bütün kriz ve anlaşmazlıkların temel halleri ve nosyonları tarihsel koşulların verili mirası ile ilgilidir.
Krizden yoksulluğa, ekosistemin denge bozumundan savaşlara, yurttaşlık ve toplumsal haklardan siyasal yapıların yeniden tanımlanmasına kadar bir dizi sorunun, şu anki belirsizliklerin ve endişelerin odak noktası bu koşullarla ilgilidir. Dolayısıyla modernliğin mevcut durumu, tarihsel olarak yeni olmasa da bu sınırların daha da hızlı bir erozyonla karşı karşıya kaldığını salgınla birlikte özellikle gördük. Modernitenin tarihsel dönüşümleri süresince bireylerin kendi toplumsal pozisyonlarını yeniden tanımlamak üzere giriştikleri büyük çabalar olduğunu biliyoruz. Sosyolojinin kurucu izleği olan bireyin toplumsal konumu ve kimlik tanımının zamanla bir sorgulama işlevine dönüşerek yurttaşlık bilincine evrildiğini de biliyoruz.
Salgın kriziyle birlikte de, düşünceden tüketim alışkanlıklarımıza kadar birçok şeyin değiştiğini ve zamanla bir yurttaşlık bilincine dönüştüğünü görüyoruz. Evrenin geleceğine dair kafa yoranlar bunun böyle olacağını dünyadaki çoklu krizlerin varlığında seziyordu ama mevcut salgın bizim ne kadar savunmasız olduğumuzu kanıtladı. Söz konusu savunmasızlık hali belki herkes için aynı ağırlıkta yaşanmadı ama sonuçta sosyal statü ve ekonomik donanım setlerinden azade olarak herkes için geçerli olan günlük yaşam rutinini sekteye uğrattı ve varoluşsal kaygıları artırdı. Öncelikle günlük hayatın akış ve alışkanlıkları kökten değişti. Bununla beraber, sosyal ilişkilerden küreselleşmeye, çalışma etiğinden iş bölünmesine kadar giden birçok tartışma, hipotez, politik önerme, deglobalizasyon, yeniden bölgeselleşme ve ekonomide yavaşlama stratejileri gibi yeni model kalıpları üretildi ve hala da üretilmeye devam ediliyor.
Birçok konuda adaletsizlikle anılan çağımızın en büyük adaletsizlik sorunu bu dönemde de gelir dağılımı eşitsizliği olarak tartışıldı. Hem temel haklar bağlamında hem de gelir dağılımı alanında yapılan tartışmaların başat konusu hiç şüphesiz temel gelir eşitliğiydi. Korona krizi, söz konusu gelir dağılımı uçurumunu daha net bir şekilde ortaya çıkardı. Bu nedenle uzun zamandır gündemde olan temel ekonomik güvence, sağlık ve sosyal hakların yanı sıra Temel Yurttaşlık Geliri de tartışılmaya başlandı. Küresel ölçekte yapılan tartışmaların odağında sürdürebilir bir hayatın garanti altına alınmasının vatandaşlar için temel bir vatandaşlık hakkı, devlet için ise bir görev olduğu hatırlatması bulunuyor. Yani, yaşamın idamesi ve sürdürülebilirliğin temel bir hak olduğu bilinci tekrar oluştu. Böylece kapitalist sistemin bugüne kadar geliştirdiği iktisadi programlarının revize edilmesi gerçeği ortaya çıktı.
Büyüme ve istikrar üzerine inşa edilen turbo-kapitalist programların tamamı gelir dağılımı eşitsizliğini görmezden gelen bir modeldi. Endüstriyel modernleşmeyle birlikte kapitalizm öncelikle birkaç temel hedef üzerine odaklanarak daha fazla kâr elde etmek üzere modeller geliştirdi: Yüksek istihdam, azami kâr, istikrarlı fiyatlar, dış ticaret dengesi ve istikrarlı ekonomik büyüme. Bunlara paralel olarak “fırsat eşitliği” algısı üzerinden bir eşitlik ilkesinden bahsetti ama söz konusu eşitlik, çıkış koşullarının eşitliğiydi ve herkesin koşulları farklı olduğu için gelir bağlamında bu eşitlik hiçbir zaman sağlanamadı. Oysa fırsat eşitliği yerine gelir eşitliği mefhumu ilkesel bir anayasal hak olarak kabul edilseydi bugün gelir dağılımında yaşanan adaletsizlik bu şekilde yaşanamazdı.
Kapitalist sistemin her fırsatta zikrettiği sözüm ona fırsat eşitliği söylencesinin toplumsal refahı sağlamadığını bugün daha net bir şekilde görüyoruz. Onun için bunları yeni eşitlik modelleri ve hedeflerle değiştirmek temel bir hak talebi olmalıdır. Yani krizlere dayanıklı bir model; herkes için ulaşılabilen bir hane bütçesi, istihdam, kısa işsizlik ödeneği, maksimum adil dağıtım, katılımcılık, fiyat istikrarı, vergi esneklik dengesi ve yeni bir ekolojik ekonomik anayasa tartışması. Gıda, eğitim, sağlık, su, enerji, kanalizasyon ve atık bertarafı gibi önemli altyapıların bir tank-palet fabrikasından daha önemli olduğunu hem de daha farklı bir şekilde organize edilmesi gerektiğini artık idrak etmeliyiz. Kamu altyapısının sadece ekonomik getiri göstergelerine göre modellenmesinden vazgeçilmesi gerektiğini savunmalıyız. Ekolojik tarımın, okulların veya hastanelerin getirdiği sosyal faydanın, borsa kâr endeksinden daha önemli olduğunu anlatmalıyız. Son 15-20 yıl içinde yapılan şeyler tam olarak bunlardır.
Hükümetler maliyetleri düşürmeye ve rekabetçi baskıya odaklanmış, tamponlama kapasitesi maliyet nedeniyle sistematik olarak azaltılmıştır bu yüzden de bazı ülkeler pandemi karşısında çok sert bir şekilde etkilenmiştir. Onun için Türkiye’de temel yurttaşlık geliri ve aile sigortası gibi konular, politik bir eksende ciddi ciddi tartışmaya ihtiyaç duyulan konuların başında geliyor diyebiliriz. Topik bağlamda uzmanların üzerinden konuşup modelleştireceği bir veri seti olabilir ama herkesi ilgilendiren bir konu olduğundan bir an evvel politik arenaya inmesi gerektiği düşüncesindeyim. Yani bu konu salt akademinin iktisadi modeller babında tartışılmayacak kadar hassas bir konudur. Nihayetinde herkesin varlığını ve sosyal katılımını sağlayan ve ilgilendiren bir modeldir. Dolayısıyla bir araya gelmeyecek olanları da bir araya getirecek spesifik bir sosyo-ekonomik ilişki biçimidir, hem Akdeniz dayanışmacı kültürüne hem de sosyolojisine uygun bir modeldir. Dolayısıyla temel eşitlik modeli olarak Temel Yurttaşlık Geliri konusunu kamuoyunda tartışmanın, sosyal, ekonomik ve siyasi bağlamda mücadelesini vermenin önemli bir toplumsal talep olduğu kanısındayım.
Kamu nezdinde yeni bir eşitlik önermesi olarak konuşulacak olan Temel Yurttaşlık Geliri hem sendikalar, STK’lar ve yerel yönetimler tarafından tartışılacak hem de HDP üzerinden Meclis gündemine taşınabilir bir eşitlik projesidir. Dolayısıyla hem sosyal mücadelenin yeni bir evreye geçmesi ve nefes alması açısından hem de temel haklar hususunda alternatif ve gerçekçi bir talep olması nedeniyle “gelir eşitliği” hayati öneme sahiptir. Ayrıca yeni bir politik aks ve iletişimsel bir etkileşim projesi olarak siyaset yapmanın önemli bir ekseni olacağını düşüncesindeyim.