Aynur Cengiz*
Bugün neredeyse her gün duyumsadığımız şiddet, istismar, taciz, tecavüz ve katliamlara varan kadına yönelik şiddet olgusu her geçen gün daha da yıkıcı sonuçlar doğuran sosyal ve toplumsal bir problem olarak artmaya devam ediyor. Ancak şurası bir gerçek ki temel bir insan hakkı ihlali olan şiddet olgusu nereden, kimden, hangi alandan gelirse gelsin; birey-sistem-yapı-toplum dinamiklerinin birbiriyle ve karşılıklı etkileşimleri içinde, nedensellik bağıntısıyla ilintili bütünsel bir yaklaşımla irdelenmeyi ve analiz edilmeyi bugün tüm yakıcılığıyla gerekli kılıyor.
Kapitalizmin yapısal ve sistemsel politikalarının bir sonucu olarak kadına yönelen şiddet, sistemin devamı için özellikle kadın kimliği, bedeni ve emeği üzerinden araçsallaştırılan toplumsal cinsiyet eşitsizliği, ayrıştırma, ötekileştirme, asimilasyon ve savaş siyaseti bir yanda şiddeti tekrar tekrar üretip, ideolojik altyapısını oluştururken, üretilen şiddet üzerinden de kendisini siyasal, sosyal, ekonomik ve toplumsal olarak yeniden var ediyor.
Dolayısıyla kapitalizmin var oluşundan bu yana sömürüyü, şiddeti ve adaletsizliği en derinden yaşayan kesimlerin kadınlar olması tarihin bir tesadüfi değildir.
Kadın etrafında gelişen ilk anaerkil toplumsallaşmadan, kapitalist modernitenin gelişmesiyle birlikte; topluma karşı devletin ve mülkiyetin korunması, kadına karşı erkeğin, güçlüye karşı güçsüzün korunmasına dayalı bir eksende yaratılan imajlar ve gelenekselleştirilen kültür pratikleri ile ideal bir kadın kimliği inşası ve toplumsal cinsiyet rolleri belirlenip gündelik hayatın içinde yeniden üretilerek bugüne kadar süregelen toplumsal inşa sürecini oluşturmuştur.
Erkek egemenliğinde hiyerarşiler, sınıfsal sistemler oluşturulurken, kadın ataerkil devlet ve aile yapıları içinde erkeğin özel mülkiyeti, sözde namusu haline getirildi ve kadının kimliği erkeğin annesi, kızı, kız kardeşi, eşi olma ilişkisine bağımlı olarak belirlendi. Böylelikle zaman içinde kadının metalaştırılması ve nesneleştirilmesine koşullu olarak kadın kendi kimliğine, bedenine ve iradesine yabancılaştırılarak erkek ile eşitsiz bir konuma itildi ve zaman içinde tüm haklarından mahrum bırakıldı. Bugün gelinen süreçte ise ekonomik, sosyal ve toplumsal pratiklerin yarattığı güç ilişkilerinin bir yansıması olarak toplumsal cinsiyet eşitsizliği aksında büyüyen kadına yönelik ayrımcılık ve şiddet bir sarmal haline dönmüş durumdadır.
Kadının bedeni, emeği ve kimliği üzerinden sömürüsü artarak devam ederken, erkek egemen tahakküm en kirli yüzünü kadına yönelik şiddet, taciz, tecavüz ve neredeyse her gün yaşanan kadın cinayetleri olarak gösteriyor.
Bugün neredeyse her üç kadından biri bir erkek tarafından evde, sokakta, iş yerinde, okulda ekonomik, fiziksel, psikolojik ve cinsel şiddete ya da mobbinge maruz bırakılırken, hatta ne yazık ki katledilirken; bedensel ve ruhsal bütünlüğü zedelenmekte, kadın yaşamı belirleyici bir boyutta tehdit edilmekte ve yaşam hakkı elinden alınmaktadır.
Erkek şiddeti kamusal ve toplumsal alanlarda sistematik bir şekilde artarken, şiddet adaletsiz ve keyfi uygulamalar, yargı bağımsızlığının yitirilmesi, cezasızlık ve özel savaş politikaları ile iktidarlar tarafından âdeta meşru hale getiriliyor ve sıradanlaştırılıyor.
Küresel salgın koşullarında bile salgını fırsata dönüştürmeyi başaran patriyarkal tahakkümcü eril zihniyetin baskıcı, tekçi, cinsiyetçi ve militarist uygulamaları toplumun her kesiminden insana ama en çok da kadınlara ve çocuklara dokunuyor. Kadına ve çocuğa yönelen şiddet, istismar ve tecavüz vakaları hiçbir dönem olmadığı kadar artış gösteriyor.
Şiddet, sömürü, ideolojik ayrımcılık ve baskı sarmalında suçluyu değil, mağduru koruması gerekenler, bir yandan kadın mücadelesi yürüten kadınları baskı, gözaltı ve işkence yöntemleriyle sindirmeye çalışırken, bir yandan da kadına yönelik şiddetle mücadelede en önemli kazanım olan İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmeyi tartışmaya açmaya, kendi çıkarları için manipüle etmeye, nefret söylemlerini arttırarak, din ve ötekileştirme siyaseti üzerinden erk iktidarlarını var etmeye çabalıyorlar.
Ancak tüm bu baskılara ve kirli siyasete rağmen kadınlar her cephede patriyarkaya, ataerkizme ve faşizme karşı dünyanın dört bir tarafında direniyor, alanları terk etmiyor, kazanımları korumaya, kadın eliyle özgür bir yeni yaşamı inşa etmeye dönük adımlar atıyorlar. Kadınlar cephesinden yeni yaşamı inşa etmenin yolları ise birleşik kadın mücadelesini her alan ve anlamda örmekten, kadın örgütlülüğünü ve dayanışmasını büyütmekten geçiyor.
Doğaya, ekolojiye, kadına düşman zihniyet kadın bedeni üzerinde kendi eril iktidarını beslemeye çalışanlar açıkça bilmelidirler ki; yaşamın ve toplumun yaratıcıları, sürdürücüleri ve koruyucuları olan kadınlar hangi coğrafya ve iklimde olurlarsa olsunlar doğayı ve kadını yok sayan, sömüren, ikincil plana atan bu ataerkil tahakkümcü sisteme asla ve asla boyun eğmeyecekler. Binbir mücadele ile bedel ödeyerek elde ettikleri kazanımlarından, haklarından ve hayatlarından vazgeçmeyecekleri gibi, eşit ve özgür bir yeni yaşam inşa edinceye kadar alanlarda var olmaya, mücadeleyi büyütmeye ve direnmeye devam edecekler.
Şiddetsiz, sömürüsüz eşit, adil ve barış içinde yeni bir yaşamın inşası mümkünken, yaşamın ve toplumun yaratıcı bilgisine sahip olan kadınlar eşitliğin, özgürlüğün, adaletin ve barışın da en güçlü savunucusu ve teminatıdırlar.
* HDK İstanbul Kadın Meclisi Sözcüsü