Kezban Konukçu
Bu bir beceriksizlik değil, kabahat değil, büyük bir suç işlenmiştir. Açıklanan rakamların şaibeli olduğunu düşünürsek 100 bine yakın insan katledilmiştir. Binlercesi yaralanmış, binlercesi engelli bırakılmıştır. Kalanların da geleceği ve umutları çalınmıştır. Daha enkazda canlı insanlar varken hızla deprem bölgesi için “Yeni yerleşim alanları” kararnamesi çıkarılarak yeni rant mekanizması devreye sokulmuştur.
Eğer yeni bir gelecek kurmak için umudu büyütecek, iradeyi örgütleyeceksek net olmalıyız. Hayatlarımızı hiçe sayanlar tarafından yönetiliyoruz. Bunu bilerek hareket etmeliyiz.
Peki bizi yönetenler kötülük dolu olduğu için mi başımıza bunlar geliyor?
İyilik ve kötülük kavramlarının sınıfsal konumlardan, sınıf savaşından ari ele alınması ideolojik bir sorundur. Sınıflı toplum gerçeği egemen sınıfların konumlarını koruma adına ellerinden ne gelirse (rıza üretmekten katliama kadar) yaptıklarını göstermektedir. Onları katliam yapmaktan alıkoyan tek şey de ezilenlerin örgütlü gücü olmuştur. Onlar kötü olduğu için bunları yapmıyor, var oldukları konumun gereğini yapıyorlar. Yoksa iyi yöneticiler mi arayacağız ya da birilerinin vicdana gelmesini mi bekleyeceğiz?
Kötü olan sınıflı toplum gerçeğidir. Daha da kötüsü faşizmdir. Hele de neoliberal kapitalist çağda faşizm işte böyle tam bir beladır, katliam aygıtıdır. Sadece kendisine karşı koyanları değil tüm canlıları katledebilecek potansiyele sahiptir. İş cinayetleriyle, ekolojik dengeyi alt üst ederek, savaşlarla, göçlerle, deprem ülkesinde çimentodan demirden çalınan yapılar üreterek tüm canlıların hayatına kast edebilmektedir.
Batı toplumlarından bu anlamda farkımıza bakıp daha “iyisine” öykünmek gerçekçi değildir. Oralarda gelişkin sınıf mücadelelerinin sonunda devrim olamamışsa burjuva demokrasileri inşa edilmiştir, onlar da son neoliberal politikalarla ciddi darbeler almaktadır. Hepsi deprem gerçeğiyle sarsılmasalar da ekolojik dengenin bozulmasının farklı etkileriyle yüz yüze, göç gerçeğinin sonuçlarıyla ve sosyal hakların kısılması gerçeğiyle karşı karşıyalar.
Peki bir üçüncü dünya ülkesi olan Şili’de nasıl olmuş da depreme dayanıklı kentler inşa edilebilmiştir? Biz de yıllarca depremin acı sonuçlarını yaşamamıza rağmen neden bu zamana kadar deprem dayanıklılığı olan kentler inşa edemedik? Şili bizim gibi bir üçüncü dünya ülkesi olsa da devlet ile halklar arasındaki ilişki farkı ele alınırsa konu anlaşılabilir. Şili uzunca bir süre faşist iktidar tarafından yönetilse de ciddi bir taban örgütlenmesi geleneği olan bir ülke.
Bizde özellikle 80 darbesi sonrası taban örgütlenmelerinin yaygın ve etkin rol alması gerçekleşemedi. Toplumun devletle kurduğu ilişkinin doğu toplumları gerçeği ile inmelenmiş olması da darbenin etkilerini katmerlendirdi. 80 sonrası 89 bahar eylemleriyle toparlanmaya girişilse de 12 Mart gibi bir çıkışı, eskinin bir tekrarının yaşayamayacağı hızla ortaya çıktı. Taban örgütlenmelerin lokomotifi olan devrimci hareket 90’lı yılların sonunda “Hayata Dönüş” operasyonuyla iyice darbelendi ve hala tam olarak kendini toparlayamadı. 2000’li yılların AKP’li, Avrupa Birliği’ne gireceğiz liberal kafalı ortamı da bizlere çok şey kaybettirdi. AKP atı alıp Üsküdar’ı geçerken devrimci hareketin bir kısmı stratejik yenilemeye giremediği için darlaştı, bir kısmı da liberalize oldu. Bu arada AKP neoliberal politikaları adım adım uyguladı. Popülist dönemin sonuna gelince de otoriter rejimi inşaya girişti. Sınıf ve halk örgütlerinin yaygınlaşma şansı Gezi’de yakalanabilirdi ancak bu şans kaçırıldı. Son yıllarda sendika ve meslek örgütlerinin de ciddi bir açmazda olduğunu görmek gerekiyor. Tüm bu koşullarda yaşam hakkımızı korumak için bile ciddi bir örgütlenme içine girmek durumundayız.
Örgütsüzlüğün seviyesi ekonomik kriz, pandemi ve ardından gelen depremle çaresizliği ve umutsuzluğu derinleştirebilir. Deprem sonrası ortaya konan muazzam dayanışma pratiği her seviyedeki örgütlenmelerimizi geliştirmek için değerlendirilmelidir. Dayanışmanın devletin açığını kapattığını söyleyenlere de iki çift lafımız var. Bunu söyleyenler deprem bölgesine gitti mi acaba? Ölüsünü tek parça halinde almanın lüks olduğu gerçeğini gözleriyle gördüler mi? Sağ kalanların çaresizlik içinde çıldırmamak için ellerini tuttuğu, omuzlarına yaslandığı durumu yaşadılar mı? Böylesi büyük acılar yaşanırken buna kayıtsız kalmak hangi politik aklın sonucu olabilir? Çıldırmış, çaresiz ve umutsuz bir halk gerçeğiyle “devrim” yapılamayacağı da çok açık değil midir? Açığa çıkan çelişkilerden politik sonuçlar çıkarmak, geniş halk örgütlenmeleri yaratmak için çabalamak, faşist iktidardan kurtulmak için var gücümüzle çalışmak zorunluluğu dayanışma çalışmalarının alternatifi değildir. Bu çalışmaları birlikte ve bazen iç içe yapmak zorundayız.
Depremin açığa çıkardığı muazzam çelişkiler karşısında restorasyoncu güçler de atak yapıyor. Kılıçdaroğlu “hizalanmayacağım” diyerek çıkış yaptı. Bunu da demeseydi varlık sebebi ortadan kalkacaktı, en azından politik bir akılla bunu gördü. Olası İstanbul depremi için İBB çalıştay yaptı, deprem seferberliği başlattığını duyurdu. Belli adımların atılması anlamında önemli girişimler olsa da mesele çok karmaşık ve ciddi bir çalışma ve olanak gerektiriyor. İstanbul, İzmir gibi olası büyük depremler beklenen kentlerin depreme dayanıklı hale getirilmesi çok ciddi bir projelendirme gerektiriyor. Bunu hayata geçirebilmek de en azından sınıfsal karakterleri gereği tek başına restorasyoncu güçlerin harcı değildir. Toplumun sendikasından meslek odasına, mahalle meclisine ciddi bir şekilde örgütlenmesi, girişimi ve denetimi ile bu süreç sağlıklı bir şekilde yönetilebilir. Depreme dayanıklı kentlerin hayata geçirilmesi için gerekli kaynağın yaratılması önemli bir başlıktır ve burjuvazinin bu konudaki direncine karşı hazırlıklı ve örgütlü olmak gerekir.
Saray rejiminden kurtulmak artık bir hayat memat meselesidir. Bu çok açık! Ancak yetmez! Geleceğimizi restorasyoncu güçlerin insafına da bırakamayız. “Deprem komünizmi” kavramlarıyla romantize edilecek bir durum da yoktur. Gezi’de de gördüğümüz kolektif duruş, politik özneler tarafından ileriye taşınmadığında, yeterince örgütlü olunmadığında olmamışa dönüştürülebiliyor. Bu sefer depremin açığa çıkardığı büyük acı sonrası açığa çıkan enerjiyi geleceğimizi kazanma adına örgütlülüğe dönüştürmek zorundayız. Seçime doğru giderken yaşanan altüstlükler bize bu görevimizi unutturmamalıdır.