“Patronların ve devletlerin elinde ücretlilere karşı işsizlikten daha şiddetli bir zor aracı yoktur. Hiçbir fiziksel baskı, coplayan, göz yaşartıcı bomba atan vb. hiçbir polis gücü… Sadece bir saygınlık talep etme, insan yerine konulma olasılığını hayata geçirme iradesine karşı hiçbir araç bu denli güçlü değildir. Gerçeklik, budur…”
Henri Krasucki (Fransa Genel İşçi Konfederasyonu (CGT) eski genel sekreteri)
Kapitalizm, insanları üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan mahrum ederek, mülksüzleştirerek, proleterleştirerek sermaye biriktirmektir. Proleter, Latince proletarius’dan türemedir. Hiçbir şeyi olmayan, çıplak, çulsuz, çaresiz, yaşam araçlarından yoksun anlamındadır. Yaşayabilmesinin, varlığını sürdürmenin yegâne yolu, emeğini, çalışma-üretme gücünü kapitalistlere satmaktır. O halde iki şey: Birincisi, proleterin emeğini satabilmesi kesin değildir ve ikincisi, bulduğu işi koruması da kesin değildir… İşçi (proleter) önceki dönemlerin kölesinden farklı olarak, tek bir kişiye [köle sahibine] tabi değildir… Öyle bir “özgürlüğe” sahiptir ama sonuç itibariyle işçi de bir ücretli köledir. Başka türlü söylersek, tüm kapitalistlerin ‘ortak kölesidir’… Emeğini herhangi bir kapitaliste satabilme ‘özgürlüğü’ sanıldığından daha az önemlidir…
Fakat işsiz kalmak, sadece maddi güvenliği kaybetmek, açlığa, çaresizliğe mahkûm olmak değildir. İşini kaybetmek, aynı zamanda “sosyal kimliğini”, sosyal ilişkiyi, mesleğini kaybetmektir… İşsiz, en yakınları da dahil, insanların uzak durduğu, herkesin kendinden kaçtığı biridir. Bir kere işsiz kaldınız mı, artık bir mesleğin erbabı olmanın da hiçbir değeri yoktur. İster mühendis, uçak pilotu, öğretmen, isterse kaynakçı, kuyumcu, uzmanlık, bilgi ve beceri sahibi olmanın, ehil olmanın, kalifiye olmanın bir önemi ve değeri yoktur. Eğer bir meslek icra edilmiyorsa, yok hükmündedir. İşsiz mesleksizdir, işsizlik çaresizliktir, itibarsızlıktır, moral zaafı, psikolojik bunalıma girmektir. Velhasıl hiçliğe mahkûm olmaktır. Onun gerçeğini sayılar, rakamlar, istatistikler hiçbir zaman ifade edemez…
Burjuva iktisat teorisi veya aynı anlama gelmek üzere geçerli konvansiyonel iktisat öğretisi, işsizliği, istisnai, geçici, önemsiz bir şey, bir tür yol kazası olarak görür, iradî bir şey sayar. İnsanlar işsizdir zira verili ücret düzeyinde çalışmayı reddetmişler, boş zaman tercihi yapmışlardır… Tabii şeylere işçiler tarafından değil kapitalist patronlar ve onların devleti tarafından bakanların bu tür safsatalarla kendilerini ve başkalarını aldatmaları mümkündür ama, şeylerin gerçeğine dokunmaları, nüfuz etmeleri asla mümkün değildir. Kapitalist denmez. İşveren denir… Birine bir şey vermek, onu borçlandırmaktır, veren alacaklı hale gelir… Dikkat edilirse, daha işin başında kapitalist alacaklı hale geliyor, bir sıfır öne geçiyor. Lütfedip iş veriyor, ödüllendiriyor… İşte egemen ideoloji böyle bir şey…
Burjuva iktisat teorisi, işsizliği doğal bir şey sayar ve enflasyona sebep olduğu gerekçesiyle, çalışma yaşamına müdahaleye karşıdır. Piyasanın ‘normal işleyişine’ bırakıldığında işsizliğin otomatik olarak ortadan kalkacağı varsayılır… Geçenlerde Diyarbakır valisi, “mesele işsizlik değil, iş beğenmemezliktir” demişti… Bir AKP’li milletvekili de (doğrusu Saray memuru): “İşverenlerin eleman bulmakta zorluk çektiğini, kimsenin iş beğenmediğini” söylemişti… Eğer öyleyse, işverenlerimiz için işçi ithal etmekten başka çare yok demektir… Öyle bir ülke ki, çalışabilir yaştaki insanların önemli bir bölümü iş beğenmeme tercihi yapıyor… Yaklaşık her üç gençten biri işsiz olduğuna göre, iş beğenmemekte gençler birinci sırada demektir… Gerçi resmi rakamlar hiçbir zaman bir ülkedeki işsiz sayısını tam olarak göstermez ama yine de bizdeki rakamlar ve oranlar moral bozucu… Türkiye’de bugün itibariyle ‘gerçek işsizlik’ oranının %26,4, yaklaşık 9,5 milyon olduğu ileri sürülüyor… Lâkin AKP’li TÜİK’in (Türkiye İstatistik Kurumu) verdiği rakamlar ve oranlar bunun yarısından bile az… Gerçi rakamlara, istatistiklere istediğiniz yalanı söyletebilirsiniz ama yalanlar şeylerin seyrini değiştirmez… Sadece yalancılara zaman kazandırır…
Kapitalizm öncesi dönemde bugünkü gibi bir kitlesel işsizlik söz konusu değildi. İşsizliğin yıkıcı ve yakıcı bir insanî-sosyal sorun haline gelmesi, sanayi kapitalizmiyle başladı. Zira, eski çağlarda insanların üretim ve/veya yaşam araçlarına yabancılaşması, istisnai olarak ortaya çıkan bir durumdu. İşsizlik (chomage, unemployment) kelimesi yakın tarihlerde sözlüklerde yerini aldı. Zaten doyumluk ekonomi koşullarında işsizlik diye bir sorunun esamesi bile okunmazdı. Köleciliğin ve haraca dayalı üretim tarzlarının ve/veya onun feodal denilen versiyonunun geçerli olduğu toplumsal formasyonlarda, insanların üretim ve yaşam araçlarına, burjuva toplumunda olduğu gibi bütünüyle yabancılaşması söz konusu değildi.
Birincisi, kapitalizm insanları üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan mahrum ederek, proleterleştirerek, sermaye biriktirmek demektir. Kapitalizmle birlikte kitlesel işsizlik ortaya çıktı. Her ileri aşamada toplumun bir bölüğü (çiftçiler, esnaflar, zanaatkârlar, küçük ticaret erbabı, serbest çalışanlar…) üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan mahrum ediliyorlar. Dolayısıyla yaşamlarını sürdürmenin yegâne yolu, emeğini satmak, işçi sınıfına dahil olmaktan geçiyor. Bundan 20-30 yıl önce bizim mahallede, evimizin yakınında bakkal, kasap, manav, kuru yemişçi, terzi, vb… vardı. Alış-veriş sadece alış-veriş değildi. Aynı zamanda bir sosyal ilişki, sosyal ‘zenginlikti’… Bugün onların yerini AVM’ler aldı… Bir AVM onlarca küçük esnafı işinden ediyor ve oralarda bir iş bulabilen kendini şanslı sayıyor…
İkincisi kapitalizm çılgın rekabete dayalı bir işleyişe sahiptir. Rekabet her seferinde yeni-ileri makinaları, teknolojileri üretim sürecine sokmaya zorluyor. Bunun anlamı, işçinin makinayla ikame edilmesi, makinenin işçinin yerini almasıdır… Üretim sürecine sokulan bir robotun kaç işçiyi işinden ettiğini hiç düşündünüz mü? Bu niteliği itibariyle kapitalizm işsiz üreten bir makinadır. İşsizliğin her seferinde büyümesinin, insanların açlık ve sefalet ortamına sürüklenmesinin asıl nedeni, kapitalizmin bu temel eğilimidir…
Üçüncüsü, kapitalistler ücretleri düşürmek için her zaman bir ‘yedek işsizler ordusuna’ ihtiyaç duyarlar. Yedek ordu çalışanlar üzerindeki baskıyı artırır. Bu konuda Marx, Kapital’in birinci cildinde şöyle diyordu: “Bir yandan, işçi sınıfının çalışan kesiminin aşırı-çalışması yedek ordunun saflarını şişirirken, öte yandan da bu yedek ordunun rekabet yoluyla çalışanlar üzerindeki artan baskısı, bunları, aşırı çalışmaya boyun eğmek ve sermayenin diktası altına girmek zorunda bırakır.” Böylece kâr oranını ve sermayeyi büyütmek mümkün hale geliyor. Zaten kapitalistin yegâne kaygısı da dur-durak bilmeden kâr oranını, kâr kütlesini ve toplam artı değeri, dolayısıyla sermeyesini büyütmektir. Onu öyle davranmaya zorlayan da yıkıcı rekabettir… Kapitalist başka türlü yapamaz! Az sayıda işçiyi olabildiğince uzun süre çalıştırmak, çalışma yoğunluğunu artırmak ve ücretleri olabildiğince düşük seviyelerde tutmak işin doğası gereğidir.
Nihayet dördüncüsü, kapitalizm kriz üretmeden yol alamaz ve her krizde ilk yapılan, işçilerin bir bölüğünün işine son vermektir… Kapitalizm varlığını sürdürdükçe işsizliğin, yoksulluğun, açlığın, sefaletin, aşağılanmamın önüne geçmek asla mümkün değildir… Velhasıl kapitalizmden kurtulmadan işsizlik sorunu da dahil, hiçbir temel sorunun asla çözülemeyeceğinin bilinmesi gerekiyor… Velhasıl ne ile cebelleştiğini bilmek önemlidir denecektir…