“Fosil kapitalizm” de denilen sanayi kapitalizminin yaklaşık 250 yıllık bir geçmişi var. Bu, insanlık ve uygarlık tarihinde sadece küçük bir parantez… Lâkin, bu kadarcık zamanda bir ‘sürdürülemezlik durumu’ veya bir ‘uygarlık krizi’ ortaya çıkmış bulunuyor. Artık kapitalizm dahilinde insanlığın ve uygarlığın bir geleceği yok! Böyle bir durum ortaya çıktı, zira kapitalizm bir “sapmaydı”, öküz arabanın arkasına koşulmuştu. Kapitalizmde üretim etkinliğiyle, insan ihtiyaçlarının karşılanması (tatmini) arasındaki bağ kopmuş durumdadır… Üretimin birincil, aslî amacı, insan ihtiyaçlarını tatmin etmek değil, kâr etmek, kârı büyütmektir… Üretim pazar (piyasa) için, pazarda satmak için yapılıyor. Başka türlü ifade edersek, ‘kullanım değeri’ değil, ‘değişim değeri’ üretiliyor. Kapitalizm demek, sürekli para, dolayısıyla sermaye biriktirmek demektir. Oysa, üretimin doğrudan bir ihtiyacı karşılayacak şekilde yapılması, ilişkinin yönünün de “ihtiyaçtan üretime doğru” olması gerekiyor… Başlı başına bu, temelli bir çelişkidir ki, çok önemli sonuçları var…
İkincisi, kapitalizm dahilinde ekonomi- toplum ilişkisi de ters-yüz olmuş durumdadır. Sağlıklı işleyen bir toplumsal formasyonda, ekonomik kertenin topluma ‘içerilmiş’ olması gerekir. Oysa kapitalizmde ekonomi topluma yabancılaşmıştır ve üstelik ona hükmeder durumdadır. Bu ilişki tersliği de toplumun kendini yeniden üretmesini sorunlu hale getiriyor…
Üçüncüsü, kapitalizm sınırsız büyüme, dinamiğine ve eğilimine endeksli bir işleyişe sahiptir. Oysa, bu dünyanın kaynakları sınırlı… Üstelik kapitalistler üretimin ortaya çıkardığı insanî. toplumsal ve ekolojik ‘zararları’ sorun etmiyorlar. Sorun ederlerse kâr oranı düşer… Başka türlü söylersek, kapitalizm insana ve doğaya zarar vermeden yol alamıyor… Nitekim bundan 152 yıl önce Marx şunları yazmıştı: “Ayrıca, kapitalist tarımdaki her ilerleme, sadece işçiyi soyma sanatında bir ilerlemeden ibaret olmayıp, aynı zamanda toprağı soyma sanatında da bir ilerlemedir; belli bir zaman aralığı için toprağın verimliliğinin yükselmesinde kaydedilen her ilerleme, aynı zamanda, bu verimliliğin sürekli kaynaklarının mahvedilmesi yolunda da bir ilerlemedir. Bir ülkenin, örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nin genişlemesini büyük sanayi ile başlatması ölçüsünde bu tahrip süreci hızlanır. Bundan dolayı kapitalist üretim, tekniği ve toplumsal üretim süreçlerinin birleşmesini, ancak, bütün zenginliğin iki kaynağını, toprağı ve işçiyi kurutarak ilerler”. (1)
Dördüncüsü, sistemin işleyişi, doğatoplum metabolizmasını da zora sokuyor. Zira, kapitalizmin kendini yeniden üretme ritmiyle, doğanın kendini yeniden üretme ritmi arasında bir uyumsuzluk ortaya çıkıyor… Fakat hepsi bu kadar da değil, bir de kapitalizm kendi ritmini doğaya empoze ediyor, ona dayatıyor… İşte şimdilerde ‘ekolojik kriz’ (doğrusu ekolojik yıkım), iklim krizi, vb. denilenin nedeni bu…
Her bir kapitalist veya kapitalist işletme yıkıcı rekabet ortamında varlığını sürdürebilmek, yarışta kalabilmek için, her seferinde daha büyük sermayeye sahip olmak, veya aynı anlama gelmek üzere, daha çok ve daha gelişmiş makinalar kullanmak zorundadır. Aksi halde yarışı kaybeder. Tabii her seferinde daha gelişmiş, daha ileri teknolojileri (makinaları) kullanmak demek, her seferinde daha çok işçiyi makinayla ikame etmek demektir. Başka türü söylersek, her seferinde daha az işçi (canlı emek), daha çok makina (ölü emek) kullanmak demektir… Lâkin, ekseri gözden kaçan bir şey var: Makina, robot, ‘yeni değer’, ‘fazla değer’, ‘artı-değer’ yaratmaz… Makina, robot, daha önce canlı emek (işçi) tarafından yaratılmış, makinada dondurulmuş değeri yeni ürüne aktarır… Bu da her ileri aşamada daha az değer yaratmak demektir… Kâr oranlarının düşme eğilimi denilen de işte bu durumun sonucudur… Her seferinde daha az işçi (canlı emek) kullanma durumu, üretilen malların satılmasını da zora sokuyor… İşsizliğin artması demek, bir gelirden yoksun insan sayısının artması, dolayısıyla da bir ‘efektif talep yetersizliğinin’ ortaya çıkması demektir… Tabii, üretilenin satılamaması da kriz demektir… Kapitalizmin sürekli krizlerle yol almasının nedeni budur. Kaldı ki, kriz kapitalizmin tanımında mevcuttur.
Ve kapitalizmde iki türlü kriz söz konusudur: Birincisi, yaklaşık 7-9 veya 8- 10 yıllık periyotlarda tekrarlanan krizler ki, bunlara ‘devrevî’ (cyclic), ya da konjonktürel krizler deniyor… Bir de yaklaşık 25-30 yıllık bir genişleme döneminin ardından gelen aynı şekilde 25-30 yıl kadar devam eden krizler var ki, onlara da ‘yapısal krizler’ veya ‘sistemik krizler’ deniyor. Birincilere U krizi, ikincilere de L krizi demek de adettendir… Yapısal kriz sistemin kendi normal işleyişi dahilinde çözülebilir olmayan krizdir. Politik kerte devreye sokulmadan aşılamayan krizdir… Kapitalizm tarih sahnesine çıktığından beri üç büyük yapısal kriz yaşadı, İlki, 1873 kriziydi, sömürgecilik (koloniyalizm) ve tekelleşmeyle aşılabildi… 1910’lu yıllarda başlayan ve 1929’da derinleşen ‘yapısal kriz’, savaşlar ve ‘yeniden yapılanma’ sayesinde aşılabildi.. 1970’li yılların ortasında ortaya çıkan ‘yapısal krizden’ henüz çıkılabilmiş değil ve çıkılması da artık mümkün değil… Zira, sistem hem ‘iç sınırına’ (yukarda kısaca değindiğim nedenle) ve hem de ‘dış sınırına’, ekolojik yıkım nedeniyle dayanmış bulunuyor… Başka türlü söylersek, kapitalizm potansiyelini tüketti… Artık kapitalizm her seferinde daha çok sorun yaratmadan, var olan sorunları da azdırmadan yol alamıyor…
Bir sorunu çözmeye kalktığında başka sorunlar peydahlanıyor… Örnek olsun, atmosferin ısınmasının ve bir iklim krizinin ortaya çıkmasının nedeni fosil yakıtların (kömür, petrol, doğalgaz) aşırı kullanılması… O halde iklim krizini engellemenin yolu, fosil yakıt kullanımını radikal olarak kısmaktan geçiyor… Başka türlü söylersek, mesela o kaynağın %80’inin toprağın altında bırakılması gerekiyor… Eğer öyle bir şeye tevessül edilirse, sistem anında felce uğrar, zira fosil enerjiler, kapitalist sistemin damarlarında dolaşan kandır…
Esasen kapitalist dünya sisteminin içinde bulunduğu durumu ‘kriz’ kavramı karşılamıyor… Bilindiği gibi, kriz, ‘normal durumdan bir sapma’ demeye gelse de, ‘normale dönüşü’ de imâ eder… Oysa, artık eskisi gibi yapmak mümkün değil… Geriye dönüşün mümkün olmadığı eşik aşılmış bulunuyor. Dolayısıyla bu bir “çöküş” halidir ki, çöküş, geri dönüşü olmayan sınırın aşıldığı anlamındadır… Fakat çöküş anlık bir ‘olay’ değil, bir eğilim veya süreç olarak tezahür eder… Lâkin bir şey var, kapitalizm parantezi öyle sessiz sedasız kapanmaz ve kapanmayacak… Sistem sıkıştıkça saldırganlığı artıyor, daha da artacaktır. Yeryüzünün efendileri asla ‘bu iş burada bitti, bize müsâde’ demeyecekler… Demeyecekleri görülmüş olmalıdır… Her türlü vahşeti dayatmaktan geri durmayacaklardır… O zaman kapitalizmin kurbanlarının sürece bilinçli, örgütlü, etkili bir şekilde müdahale etmeleri gerekiyor… Gerçi dünyanın her yerinde binlerce, on binlerce, yüz binlerce karşı hareketler var, direnişler ve mücadeleler büyüyor, çeşitleniyor ama şimdilik söz konusu direnişler bölük-pörçük ve ortak bir perspektife ve uygun bir örgütlülüğe sahip değil. Savunma aşamasının ötesine geçebilmiş değiller… Oysa küresel oligarşinin, küresel plütokrasinin çok sayıda ‘enternasyonali’ var… Eğer paradigma iflas etmişse, yenisini oluşturmaktan başka çare yoktur… Dolayısıyla, geçerli siyaset yapma tarzının artık bir işe yaraması mümkün değil. Şeylerin seyri üzerinde etkili olma şansı yok, zira zemin çökmüş bulunuyor… Eğer, zemin çökerse, üzerindeki her şeyle birlikte çöker…
(1). Karl Marx, Kapital I, s. 482, Yordam Kitap…