Eskiler, “Ol mahiler ki, derya içredirler deryayı bilmezler” derlerdi. Balıklar denizde yaşar da denizi bilmezler. Balıklar denizi bilselerdi şeylerin seyri değişir miydi? Bu, tartışmaya açık bir sorundur… Lâkin, insanlar da kapitalist bir toplumda yaşıyorlar ama kapitalizmi bilmiyorlar ve kapitalizmi bilmemenin vahim sonuçları var. Kapitalizmde üretimle ihtiyaçların tatmini (karşılanması) arasındaki doğrudan bağ kopmuş durumdadır. Üretim, pazarda (piyasada) satmak, kâr etmek amacıyla yapılıyor. Başka türlü ifade edersek, kapitalizm dahilinde kullanım değeri değil, değişim değeri üretiliyor ki, bu temelli bir sapmadır. Bu durum, kapitalizm önceleyen sosyal formasyonlardan temelli bir farklılık demeye de geliyor.
Kapitalizm, biri yatay (coğrafi), diğeri dikey, ikili bir gelişme, yayılma, genişleme eğilimine ve dinamiğine sahiptir. Kapitalist alandan kapitalist olmayan alanlara doğru genişliyor, önüne gelen ne varsa bir tsunami gibi silip süpürüyor. Bir de dikey gelişme seyri izliyor ki, o da halen kapitalist olan alanda yoğunlaşma, derinleşmedir. Şimdilerde meta ilişkilerinin insan ve toplum yaşamının tüm veçhelerine sirayet etmesi, nüfûz etmesi, dikey yayılmanın, derinleşmenin bir sonucudur. Kapitalizm her şeyi metalaştırıyor, şeyleştiriyor, parayla alınıp-satılabilir birer kâr nesnesine indirgiyor. Canlı olan ne varsa ölü metalara dönüştürüyor. Ve bu saçmalık hiçbir zaman gerektiği gibi sorgulanmıyor, üstelik şeylerin normal hali sayılıyor…
Sağlık hizmeti hiçbir dönemde bu kadar metalaştırılmadı. Şimdilerde artık parayla alınıp-satılan bir meta, bir kâr aracı. Neoliberal saldırı, tüm hizmet alanları gibi, sağlığı da kapsamış bulunuyor… Hastaya hasta değil, müşteri denmesine 15 yıl önce karar verildi ve onu performans uygulaması izledi. Fakat bu anlayış ve uygulama, sadece özel hastanelerle de sınırlı kalmadı. Kamu hastaneleri de birer ‘sağlık işletmesi’ olarak yeniden düzenlendi. Sağlık çalışanlarının sabit ücretleri düşük tutularak, döner sermayeye katkıları oranında pay almaları yöntemi benimsendi. Hekimler, özellikle de TTB ve sağlık alanındaki sendikalar, baştan itibaren söz konusu sistemin sakıncalarına, ortaya çıkaracağı olumsuzluklara, topluma neye mal olacağına dikkat çekip karşı çıktılar. Bunun özlük haklarına yönelik bir saldırı olduğunu da ısrarla dile getirdiler ve itirazlarını ısrarla sürdürüyorlar… Fakat, ‘emir yüksek yerden gelmişti’ bir kere…
Komprador rejim, hekimleri, TTB’yi ve sendikaları değil, Dünya Bankası’nın, IMF’nin ve Dünya Ticaret Örgütü’nün, ‘emir ve görüşleri’ doğrultusunda ilaç ve tıbbi cihaz tekellerinin çıkarını gözetmeyi yeğledi… Tekellere teslim olmanın adı da ‘sağlıkta yapısal dönüşümdü!’… Kapitalizm köylünün (çiftçinin) kendi tavuğunun yumurtasını yemesini istemez, ona yumurta satmak ister, ineğinin sütünü içmesini, yoğurdunu yemesini istemez ona süt ve yoğurt satmak ister. Böylece insanların yiyip-içtikleri de dahil, her şeyi metalaştırır, şeyleştirir, soysuzlaştırır ve bir kâr aracına dönüştürür. Kapitalizm sağlıklı insanı sevmez, ilaç şirketleri de sürekli ilaç satmak için hastanın iyileşmesini istemez…
Şimdilerde her evin birer eczaneye benzemesinin nedeni budur… Kapitalizm ‘koruyucu hekimliği’ muteber saymaz… Oysa koruyucu hekimliğin öncelikli olması gerekirdi… Şöyle bir düşünün, ortalıkta hâlâ metalaştırılmamış, kâr aracına dönüştürülmemiş bir şey kaldı mı? Marx, bundan tam 172 yıl önce, Felsefenin Sefaleti adlı ünlü eserinde, kapitalizmin bu kör mantığını şöyle ifade etmişti: “En sonunda, insanın ayrılmaz parçası olan her şeyin alışveriş ve pazarlık konusu olduğu zaman gelip çattı. Bu, o zamana kadar el değiştiren fakat ticaret konusu olmayan, erdem, duygu, kanaat, bilgi ve bilinç gibi şeylerin de ticaret konusu olduğu bir zamandır. Tek kelimeyle her şey ticaret konusu oldu.
Bu genel kokuşma ve evrensel ölçekli alış-veriş dönemidir. Eğer ekonomik terimlerle ifade etmek gerekirse, bu, maddi olsun manevi olsun, her şeyin gerçek değerinin saptanması için pazara getirildiği bir zamandır.” Aradan geçen zamanda durumun ne hale geldiği ortada. Hava hariç, artık her şey metalaşmış durumda… Lâkin, eğitim, sağlık gibi alanların dahi metalaştırılmasının vahim sonuçlar yaratması kaçınılmazdır… İnsanın hastalığından kâr etmenin bir mantığı olabilir mi? Kapitalizm için var…
İyi de bu kabul edilebilir bir durum mudur? Şimdilerde hastaneler, sağlık kuruluşları, sağlık merkezleri tam birer kapitalist işletmeye dönüşmüş durumda. Bir Coca-Cola, ya da un fabrikası gibi ve amaç da azami kâr…Her şey kârı artırmak üzere kurgulanıyor ve öyle işliyor.. Sağlık Bakanı, Performans Yönergesi’nin amacını şöyle ifade etmişti; “Sağlık kurumlarında, sağlık hizmetlerinin iyileştirilmesi, kaliteli ve verimli hizmet sunumunun teşvik edilmesinin sağlanması, daha fazla hizmet edenin daha çok para kazanacağı” bir sistem… Eğer bu açıklamayı yapan Sağlık Bakanı yalan söylemeyi sevmeyen biri olsaydı, şöyle demesi gerekirdi: “Bundan böyle hastaneler, sağlık kurumları tam birer kapitalist şirket olacaklar ve öyle çalışacaklardır, azami kâr esas olacaktır. hekimler ve diğer personel de parça başına ücret alacak, çok iş yapan çok kazanacaktır… Aynı bir konfeksiyon şirketinde, gazoz fabrikasında olduğu gibi… Kapitalist işletmenin kalite diye bir kaygısı yoktur, oradaki asıl amaç daha çok üretmek ve daha çok kâr etmektir…”
Adı hastane de olsa, şirketin asıl amacı kâr olduğuna göre, artık hekim başına en çok üretim esastır… Performans saçmalığının geçerli olduğu durumda, hekim günde 100 kadar hastaya bakmak zorunda bırakılıyor. Bir hekim günde 100 hastaya bakabilir mi? Bir seferinde bir hastanenin kardiyoloji bölümünden randevu almıştım. Hekimin huzuruna çıkışımla odadan çıkmam tam beş dakika sürdü… Aslında süre beş dakika değil de mesela iki buçuk dakika olsaydı şirketin kârı da, o oranda artardı… Mesela bir psikiyatristin günde 80 hasta baktığını düşünün: Hiç ara vermeden sabahtan akşama hasta kabul etse, giriş, çıkış, kayıt ve reçete yazma süreleri çıkarıldığında hastanın yakınmasını ifade etmesi ve hekimin bir fikir edinebilmesi için kalan süre iki dakikayı geçmez… Tek çözüm hastanın bir antidepresan reçetesiyle odadan çıkması olur… ‘
Performans sisteminin’ dayattığı yoğun çalışma, hekimlerin yetkinliğini, kendilerini geliştirmesini de zora sokuyor… Bir kapitalist neden bir hastane açar, bir okul açar, üniversite kurar, sermayesini o alanlara yatırır? İnsanların sağlığına derin duyarlılığından mı, eğitime olan tutkusundan mı? Kâr etmek için… İyi de kapitalistin kâr amacıyla, insanların doğru-dürüst tedavi edilmesi, doğru-dürüst eğitim alma gereği uyuşur mu? Kapitalist tıp teknolojisindeki ilerleme elbette bir vakıa ama bugün bu dünyada yaşayan insanların yarıdan fazlası o ‘harikalar yaratan’ teknolojiye ulaşamıyor…
Yaşam biçimlerine, beslenme şekillerine ve çevre koşullarına bağlı hastalıklar giderek artmakta. Bütün bu etkenler kapitalist ekonominin mantığı ve işleyişiyle doğrudan ilgili… Geçerli neoliberal anlayış, politikalar ve uygulamalar, insanlığın temel gereksinmelerini göz ardı edip, kısa vadede kârı esas alıyor. Kaynaklar küçük bir azınlığın zenginliğini artırmak için sömürülüyor, yağmalanıyor, talan ediliyor…