Moda Sahnesi’nin, yeni oyunu ‘Maraton’ televizyonların vazgeçilmezi olan yarışma programları üzerinden ele aldığı kriz halini yerelleştirerek, 1930’ların dünyası ile günümüz Türkiye’si arasında sıkı bir yakınlaşma sağlıyor
Mehmet Atala/İstanbul
İşçi sınıfının büyük bir yıkıma uğradığı, kapitalizmin ise o güne dek olmadığı kadar dibe sürüklendiği 1930’lar Birleşik Devletlerinde, katılımcıların ‘hiç durmadan’ dans ettiği dans maratonu adlı yarışma hayli popüler olur ve dönemin tükenen sıradan insanının panoraması olarak Horace McCoy tarafından “Atları da Vururlar” ismiyle romanlaştırılır. Roman yıllar sonra, Sydney Pollack tarafından sinemaya uyarlayacaktır. Dans maratonunun bize anlattıkları sürekli kriz halinde olan günümüz dünyasına pek de uzak değil. Moda Sahnesi’nin, McCoy ve Pollack’ın bahsi geçen eserlerinden esinlenerek hazırladığı yeni oyunu ‘Maraton’ ise televizyonların vazgeçilmezi olan yarışma programları üzerinden ele aldığı kriz halini yerelleştirerek, 1930’ların dünyası ile günümüz Türkiye’si arasında sıkı bir yakınlaşma sağlıyor. Disiplinlerarası diyebileceğimiz bir biçimde tiyatronun, dansın ve müziğin anlatım olanaklarını bir sahnede buluşturan ‘Maraton’da İlke Kodal, Tolga İskit ve Yılmaz Sütçü rol alıyor. Proje danışmanlığını Kemal Aydoğan yaparken tasarım, yönetim, koreografi ise Bedirhan Dehmen tarafından üstleniliyor. 1930’lar kapitalizminin merkez ülkelerinden birinde değil, sürekli krizin daha da yakıcılaştığı, sosyal bunalımın toplumsal ve bireysel boyutlarda giderek daha da hissedilir hale geldiği 2018 Türkiye’sinde, sıradan insanın bireysel rekabete ve taraflaşmaya 30’lar dünyasından daha da yakın olduğu ve kolay yoldan ‘yırtmak’ için akla gelmeyecek şeyleri göze aldığı muhtemelen herkesin malumudur. Bu bağlam içinden çıkan Maraton’da, günlerce dans etmesi beklenen ve ayakta kalanın kazandığı, düşenin ise elendiği bir çifti(Kodal ile İskit) ve ikna ile zoru kuşanmış iktidarın temsili olarak bir sunucuyu (Sütçü)izliyoruz.
Kriz, iktidar ve isyan
Kriz, iktidar ve isyan: Maraton’u anlamaya çalışırken faydalı olacak üç kavram. 1930’lardan günümüze; krizin, iktidarın, direniş ve de isyanın, doğrusal olmayan sürekliliği hikâyenin evrensel içeriğine işaret ediyor. Medyum değişse de aynı araç olan sürdürülen yarışma ve şov ile ‘olağan’ içinde kalan kitle, ekonomik kriz ile sosyal çöküşün iç içe geçişi ve bir an için dahi olsa isyanın parıldaması: kapitalizmin ve de sıradan insanın hikayesi. Krizin sürekliliği karşıtının sürekliliğini beslerken, sürekliliği kıracak olan o tek bir anla Maraton’da da karşılaşacağız. Yapısal soruları aşamamaktan kaynaklı olarak medya, kriz sırasında hayatta kalmak ve iktidara can suyu taşımak, iktidar da tahakkümünü sürdürebilmek için zihinlerde krize düzene dair oluşan şüpheyi ve ete kemiğe bürünen acıyı dizginleyerek ve de görünmez kılarak, toplumdaki tahammül kapasitesini arttırmaya çalışmaktadır. Böylece, kendini sürekli kılıp yenilerken, kitlenin aklını güncelleştirebilmektedir. Bunu yapabilmek için kitlenin rızasını almak zorundadır ki zor kullanımı da oyun bağlamında sürekli olarak rızanın tamamlayıcısı olarak seyirciye aktarılmaktadır.
Gerçeğe benzemeyen
Ezilenleri sonsuz ve döngüsel bir tarih içine mahkum eden egemen anlatı ve tarih yazımı, her ânı ve krizi dondurma, öncesinden bağımsızlaştırıp sonra gelecek olandan koparma, mekânsal olarak yalnızlaştırma, benzerlerinden yalıtarak tekil kılma eğilimdeyken, ‘gerçeğe’ benzemeyen, uyduruk, haz verici ve dizginleyici bir kurmacanın imali ile sürekli kriz durumunu belirsizleştirmesi ve de normalleştirmesi, medya ve kültür dünyasının başat pratiği haline geliyor. Kapitalizme, insana ve insan ilişkilerine zamansızlık ve mekânsızlık atfedilirken, egemen kurguda evirilmesi beklenen tek şey rekabet içindeki bireyin kendisi haline geliyor. Aynı kurguda, başka biçimlerde bir aşma ve kırılma mevcut değilken, hali hazırda sistemin de aşılacak bir şey olmadığı algısı hâkim kılınıyor. Bu bağlamda, dans maratonunun kurgusunda da düzenin kurgusunda olduğu gibi var olan yapıya değişmezlik atfedilirken, varsayılan yapısal kurguya dahil olunmamız bekleniyor, spot ışıklar altında kendimizi yitirene kadar dans etmeliyiz, eğer düşersek mutlu gelecek ihtimalimiz de bizimle beraber yitecektir.
‘Yerli ve milli’
Yarışmacı çiftin (İlke ve Tolga) zamanı ve mekânı günlerce kontrol altında tutulur, izleyici ise TV programıyla belirli bir süre için zımni bir anlaşmaya varmıştır. Maraton’da Yılmaz Sütçü’nün canlandırdığı, toplumsal bir tipe tekabül eden sunucu Mahmut Müzeyyinoğlu, evrensel olanla bağını kopartmadan, “yerli ve milli” tahakkümü temsil ederken, norm dışı davranış biçimleri, kullanıldığı mizahın içeriği, kendini kültürel zıtlıkla kurgulaması gibi ögeler kültürel hegemonyaya dair pek çok şey söylüyor. Çoğunluk için “anormal” sayılacak sunucunun davranışlarının belirli sınırlar içinde resmedilmesi ile normun ve norm dışı olanın da egemen tarafından belirlendiği şov dünyasının renkli bir resmi çizilirken, toplumun aykırı sayılanı kabulü ve onunla bütünleşmesi, oyunun evrensel ve yerel olanı ustalıkla bütünleştirdiği parçalardan biri olarak tahakküm süreçlerinin farklı boyutlarını sahneye taşıyor. Dans maratonunu şu ya da bu biçimde dahil olduğumuz bize dair bir süreci, özellikle de Müzeyyinoğlu’nun biçimsel egemenliği altında sürdürülen ilişki süreçlerini, ‘ah vah etmeden’ teşhir ediyor.
Kriz ve kırılma anı
Karanlık günleri renkli sahne ışıkları altında, çelişkileri uzlaştırma arayışına girmeden anlatan Maraton, karanlık sayılanın içindeki potansiyeli hatırlatıyor. Dans maratonunda kazanmak: Maraton’da, yarışmaya katılan dansçıların bedensel ve zihinsel pratikleri, ücretlinin ve bir toplam olarak yurttaşların bedensel ve zihinsel pratiklerinin kapitalizm tarafından tahakküm altına alınmasında olduğu gibi sunucu tarafından denetlenip yönlendirilirken, yarışmacılar, gene toplumda varsayılan ücretli gibi, kendilerini yitirme pahasına, özgürlük sandıkları dönüşüm için kolektif eylemden uzaklaşırlar. Nesnel çıkarlarının yitimi ile öznel çıkarlarının maddi zenginlik ve şan şöhret olduğu yanılsamasına varan yarışmacılar kişisel becerilerini ve elbette yarışma bağlamda bedenlerini, TV programının ve sermayenin hizmetine sunarlar. Saatler ve günler geçer, düşüp kalkarlar, birbirlerine destek ve engel olurlar. Beden hareketleri zihinsel komutlardan yoksunlaşır, fiziksel olduğu kadar ruhsal çöküşün de eşiğindedirler. Organik olan mekanikleşerek, beden hareketleri otonomlaşır. Ancak tekrarı mümkün olmayan hareketler, krizin sürekliliğini kıran patlama anına vardırır yarışmacı İlke’yi.
O an aynı zamanda, mağdurkurban oluşun yitirildiği ve özneleşme sürecinin zirveye ulaştığı andır, böylece yerleşik ve sıradanlaşmış davranış kesilip, karşı davranışa dönüşür. Sunucunun, dans maratonu başladığından beri elinden ayırmadığı kırbaç, kadın dansçı tarafından kapılır ve sahibine karşı kullanılır. Yarışmanın kurgusu ve sunucunun egemenliği o an için yıkılır. Ancak, egemen anlatıda olduğu gibi isyan pratiğini içeren sahneyi sunucu geri sararak toplumsal belleği kendi kurgusunda içermeye çalışır ve kadın dansçının isyanı hiç olmamış gibi asli kurgu devam ettirilir.İsyan yok sayılsa da sunucunun hafızasında o an her daim taze kalacaktır. Sunucunun gerçekliğinden kendi isyanın göstergesini çıkartarak, o anı kurucu bir iddiaya dönüştüren İlke için ise kaybedilmiş ya da ihtimal olarak kalmış bir an olarak kırbacın el değiştirdiği andan geriye kalan kurtarılmış olan anın yeniden ve daha iyi bir şekilde nasıl tekrarlanacağı sorunudur. O an, Maraton’un en heyecan verici sahnesi olarak seyircinin aklında yer ederken, iyi ki de İlke o kırbacı kaptı diyoruz çünkü biliyoruz ki kapitalizmin sürdürücüleri kendi çöküşlerini fırsata çevirdiklerini zannede dursun,İlke, kırbacın el değiştirmesinin imkânsız olmadığını bize yeniden hatırlatıyor.