Nerede olursa olsun gelip buluyor. Kurulduğu yerde çürükler, göçükler oluşuyor. Çok üzülüyoruz artık, haddinden fazla acı çekiyoruz. Dert edindiğimiz taşınır gibi, bu kurtarıcı ipince sızı ölçülür gibi değil. Sonuçta kapsayıcı yumuşak bir kavrayışımız, hassas bir kalbimiz var. O yüzden topraktan güneşe içinde dram ögesi taşıyan her şey fazlasıyla ilgilendiriyor, canımızı fena yakıyor. Yeter ki gerekli mesafeyi korusun, arzulanan uzaklık havası koksun, her vaka bizi incitecek bir yol bulur muhakkak.
Durduk yerde incelmedik böyle. Dönüşüm, her kapıya bir cesedin bırakılmasıyla başladı. Malum, sonrası bildik şeyler işte. Bizi uzaklara sürükleyen, kendisi dışında her şeyi söyleten ve görünmez kalmayı bilen o ölüler! Garipti yani, keder yanı başımızda olup bitenle gelen bir ufuk kararması, bir yürek bulantısı değildi. O yüzden her sabah kapıyı açar, eşikte istiflenmiş cesetlere basar ve tam o anda dünyanın öbür ucunda kırılan bir kalp, ezilmiş bir böcek, yanmış bir ağaç için gözyaşlarına boğulup hıçkıra söylene öylece geçip gitmek gerekti. Böyle anlarda yeryüzünde can veren her şey için yas tutabilirdik, kuruyan göllerden sararan yaprağa dek. Bizi ikiyüzlülükle itham eden soğuk hakaretin hükmü, yufka yüreğimizle tanışıncaya. Çiğnediğine kör olsa da hüzünlü bir inancın inceliğiydi işte bizimki de cesetlere basa yüksele evrenin sınırlarınca genişleyip seyreden.
Salgınlar gibi savaşların da mucizeleri vardı. Hiç olmadığı kadar hassas duyular, uz görüşlü yetiler kazandırır. Kimi beşeri üstünlükler ancak böyle felaketler sayesinde azalmayan ışıklar, sönmeyen yalımlar kılığında çıkıp gelebilir. Mesela akşam vakti bir yavrucağın kanayan boynuna basarken titremeyen bacaklarımız, ekrandan yansıyan bir ayrılık sahnesinde kendiliğinden bükülür, ıstırap içinde olduğumuz yere çöküveririz. Sonuçta duyarlı varlıklarız, yeter ki durduğumuz zemini hatırlatmasın, dünyanın öbür ucundan hafifçe tellere dokunduğunda dünyanın bu yanından ses veren yüreğimizin o ender musikisi zarif çağlayanlar halinde dökülebilir. Çünkü özel bir ürperti veya sarsıntıyı genel drama eriştirecek ruh yüceliği belirmiştir içimizde bir kere. Bastığımız şeyi görmediğimiz, dokunduğumuzu hissetmediğimiz müddetçe her şey, ama her şey gözyaşlarımızla ıslanmaya değer.
Kapılarımıza cesetler yığılalı, seçenek ve önceliklerimiz gibi gelenek ve alışkanlıklarımız da değişti. Ölü çıkan evlerde konu komşuyla birlikte ağlama, ağıtlara eşlik etme gereği kalmadı. Çok uzun zamandır yas evleri, cenaze alayları göze çarpmıyor, dualar ve ilahiler duyulmuyor. Çünkü insanlar artık etrafında birileri olmadan can veriyor, kalabalıklar içinde görünmeden ve kimselerce aranmamak üzere kayboluyor, kurbanların ölümüne kimseler şahit olmuyor. Cenazesini kaldıracak bir kalabalık, ardından feryat edecek, yokluğuna yıkılacak, acı gözyaşları dökecek bir yakını bulunmuyor kimsenin. Filler gibi tek başına ölüyor herkes, karıncalar gibi görünmeden göçüveriyor. Paramparça cesetlerden döşenen yol, tam vaktinde yüzümüze gülen talih değerinde. Ölümün böylesi seyreltir, hüsranı dindirir, yası yokluğuna erdirir. Böylece kırımın vurduğu sokaklarda artık neşeyle geçiyoruz. Çünkü korku ve acının üstesinden gelerek evrensel olan daha yüksek bir duyguya erişmek, ancak bastığını görememek ve dokunabildiğini hissedememekle ilgiliydi. O yüzden feryatların yerini kahkahalar, iç çekişlerin yerini şakalaşmalar, matemin yerini cümbüşlerin alması gecikmedi.
Bizi dehşete düşüren saplandığımız toplu mezarlar, tutunup çıktığımız kemikler, kapımızda gömülmeyi bekleyen dağılmış gövdelerden öte, ne değilsek o olduğumuza inandıran sanal dünyanın gerçek dışı sarsıntıları. Çünkü hakikatle ilgilenmeyecek kadar aydınlandık, ateşin düştüğü yerde bulunmayacak kadar insanlaştık, öfkeyi taşıyamayacak kadar uygarlaştık. Yüreklere öyle evrensel bir duyarlık kök saldı ki kardeş ablasının, teyze yeğeninin, eşler birbirinin, daha fenası, anne babalar çocuklarının ölüsüne basarken ekranda yavrusunu emziren kedinin görüntüsüne ağlayabilirdi artık. Tabii müstesna varlıklar olarak asla küçük düşmeyeceğimizi bilirdik zaten ilk günden beri. Ama bir de her şeyi yerli yerinde görmek vardı. Çünkü akıl almaz işlerin akla uygun yürüdüğünden bir şekilde emin olmak gerekirdi hemen her zaman.