Yeni Yaşam’daki yazılarıma bir süreliğine ara vermiştim. Yazmayalı siyaset alanında çok şey oldu ama esasen hiçbir şey değişmedi. Seçim sonucuna göre bir şeylerin değişeceğini düşünmek güzel olsa da, toplumsal örgütlenmenin gerilediği zamanlarda devlet baskısının artacağını ve kestirme kurtuluş yollarının olmayacağını içten içe hepimiz düşünüyorduk. Saray Rejimi’nin karabasan gibi toplumun üzerine çökmesinden bunalanlara “seçimle gitmeme olasılıkları yüksek” demek büyük cesaret istiyordu. Umutsuzluk yaratmadan dilim döndüğünce bu gerçeği söylemeye çalıştım. Seçim sonrası sistem muhalefetinin Siyam ikizleri (Saray ikizleri de denilebilir) kadar Saray’la yekvücut olma durumunun belirginleşmesi “bizleri kurtaracak kendi kollarımızdır” gerçeğini bir kez daha yüzümüze vurdu.
15 Temmuz kontrollü darbe girişimi sonrası kurulan otokratik devlet düzeni her ne kadar “FETÖ ile mücadele” retoriğini üst perdeden dile getirse de, esas hedefin Kürt siyasal hareketi ve devrimci örgütlerin tasfiyesi, demokratik örgütlenmelerin baskılanması olduğunu, yaşayarak görüyoruz.
Kürt halkının seçme-seçilme hakkını gasp eden kayyım uygulaması, on binlerce insanı işinden, ekmeğinden etmekten öte, vatandaşlık haklarını elinden alan Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) ve Saray savcıları tarafından tezgâhlanan Gezi, Kobane kumpas vb. gibi davalar Saray faşizminin üçlü sacayağını oluşturuyor. Kayyım-KHK-Kumpas davalarına karşı yükseltilen her sesi kısmak, Saray bürokrasisine ve ön-yargısına verilmiş öncelikli görev. Kayyım-KHK düzeninde açılacak küçük bir deliğin rejimin bütün havasını kaçıracağı bilinciyle bütün gücünü ortaya koyuyor Saray şürekâsı.
Antalya Altın Portakal Film Festivali yarışmasına katılan “Kanun Hükmü” adlı belgesel filmine yönelik rejimin giriştiği canhıraş sansürleme hamlesi, küçük bir itirazın ne kadar güçlü sonuçlar yaratacağını gösterdi. Belgeselin iki kahramanından biri olan Engin Karataş’ın KHK ihraçlarına karşı başlattığı “öğrencilerimi geri istiyorum” eylemi, benim de dâhil olduğum “Yüksel Direnişi” ve KHK zulmüne karşı yapılan irili-ufaklı bütün eylemler bugün bile Saray’ı endişelendiriyor.
“Kanun Hükmü” belgesel filmine uygulanmaya çalışılan sansüre karşı sinema yönetmenlerinin, jürinin onurlu duruşunu takdir etmek gerekiyor. CHP’li Antalya Belediye Başkanı M. Böcek’in, Saray’ın uşağı gibi davranarak sansüre ortak olması, festivali iptal etmesi ve iptal ederken “malum film” diyerek sansürde Saray bürokrasisiyle aynı fikirde olduğunu açık etmesi umudumuzu kırmıyor. Çünkü Saray’ın yörüngesinde muhalifçilik oynayanların foyası bu gibi zamanlarda daha net ortaya çıkıyor. Her ne kadar Saray Rejimi’nin en güçlü zamanlarını yaşadığı, muhalefeti darmadağın ettiği kanısı egemen olsa da, gerçek hiç de öyle değil. Aksine, sistem muhalefeti irtifa kaybettiği oranda Saray’ın karşısında sahici bir muhalefetin güçlendiğine tanık oluyoruz.
“Kanun Hükmü” belgesel filmini AKP-MHP’nin yasaklama, kriminalize etme girişimini vaka-i adiyeden sayabiliriz. Ancak, başını CHP’nin çektiği sistem muhalefetinin basiretsizliği aşan, Saray yamaklığına varan tavrının üzerinde durmamız gerekiyor. “Anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz” diyerek HDP Eş Başkanlarını, vekilleri tutuklatan zihniyetin, benzer şekilde terör lakırdısı yaparak Kayyım uygulamalarına yol vermesi, on binlerce insanı “sosyal ölüme” sevk eden, gazete ve kurumları kapatan KHK zulmüne “arada masumlar olabilir” gibi cılız itirazlar, bitmekte olan Saray Rejimi’ne hayat öpücüğü oldu. Gezi Direnişi davasında çıkan mahkûmiyet kararı, Kobane kumpas davasında yakın zamanda çıkacak ağır cezalar sistem muhalefetinin basiretsizlikle karışık sessiz onayı sayesinde gerçekleşiyor.
Epeydir sandığa ve AKP karşıtlığına tahvil edilmiş muhalefet sınırları yıkılırken, “muhalif” adını hak edecek olanların asgari olarak, KHK-Kayyım-Kumpas bermuda şeytan üçlemesine tavır alma, emek mücadelesine omuz verme, halkların eşit haklarını savunma zorunluluğunun bir norm haline gelmesi hiç de hayal değil.