Bazı şeylerin adlandırılması onları nasıl gerekçelendirdiğimizle de son derece alakalıdır. Adlandırma edimi hem olayların bilgisini şekillendirir hem de onları nasıl anladığımıza dair belirli anlamlandırma ve yorumlama şemaları oluşturur. Ayrıca adlandırılan şeye dair politik tavrımızı belli eder ve ahlaki ilkelerimizi açığa vurur.
Hükümran için adlandırma edimi, her şeyden önce kendi egemenlik söyleminin gramerini kuran temel bir tahkim alanıdır. Dünyayı kendi egemenlik tedrisatına uygun bir biçimde kurgulamanın, şeyleri o dünyanın gerekliliklerine göre çağırmanın ilk adımıdır adlandırma. Hükümranın madun olana dair ürettiği anlatı gramerindeki adlandırma; temelde kendi eksikliğinin boşluğunu doldurmaya, o yokluğun üstünü örtmeye çalışan bir ikame süreci içerisinde gerçekleşir. Niyet ettiği şeyin apaçıklığı yerine, aslında niyetin tam karşısında duran ve ancak ona başvurarak toplumsal meşruiyetini üretebileceği bir el koymaya girişmenin ilk adımıdır adlandırma. Kan, ölüm, sefalet ile sonuçlanan savaşların neredeyse tamamının “barış” niyetiyle başlatılmasının; savaştan başka hiçbir anlamı olmayan birçok girişimin “barış adına”, “barış için” yapılıyor olduğunun söylenmesinin anlamı daha başka ne olabilir ki!
Çok öte diyarlara veya uzak tarihlere gitmeye gerek yok aslında. Türkiye’deki iktidarın Suriye’deki yerel ve uluslararası nitelikteki savaş sürecinde gerçekleştirdiği sınır-ötesi askeri müdahaleleri için koyduğu isimler adlandırma ediminin çalışma mekaniğini çok güzel bir şekilde özetliyor. “Zeytin dalı” isimlendirmesini ve bu adla başlatılan bir askeri saldırının yarattığı sonuçları düşünün…
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan geçen günkü bir konuşmasında “hazırlıklarımızı yaptık, harekât planlarımızı tamamladık, gereken talimatları verdik. Kararı verilen ve süreci başlamış olan barış pınarlarının önünü açma vakti, belki bugün, belki yarın denebilecek kadar yakındır” ifadelerini kullandı. Birçok haber portalı ve analist, bu açıklamayı Türkiye’nin uzun zamandır gündemde tuttuğu ve son günlerde gerçekleşme riski daha da artan Kuzey ve Doğu Suriye’ye yönelik bir askeri saldırının isminin “Barış pınarı” olabileceğine yordu.
Afrin’de Türkiye destekli ve birçok uluslararası hak örgütünün de belirttiği üzere birçoğu ciddi savaş suçlarına bulaşmış grupların “öncülüğünde” gerçekleştirilen ve yüzbinlerce sivilin yerinden edilmesine, binlercesinin işkence görmesine, zorla kaybedilmesine sebep olan askeri saldırıya verilen “Zeytin Dalı” ismini aratırcasına, bu defa da “barış pınarı” telaffuz ediliyor. Çok fazla geriye gitmeye gerek yok. Türkiye’nin sadece yirminci yüzyıldaki siciline bakıldığında, havada uçuşan barış pınarı ve zeytin dalı isimlendirmelerinin aksine “devlet dersinde öldürülenlerin” kanlı kortejinden başka bir hakikat yok maalesef. Barış pınarlarından ziyade ülkenin birçok köşesinde kıpkırmızı kesilmiş, kanlı dereler var. 1915’de Fırat’a “atılan” Ermenilerden Ege’ye “dökülen” Rumlara; Koçgiri’deki Kızılbaş Kürtlerden Zap suyunda boğdurulan Nesturilere, Zilan deresindeki Şafii Kürtlerden, Dersim’de Munzur’a fırlatılan Kızılbaş Kürtlere hangi yöne baksanız kan kırmızısı kesilmiş nehirler…
Ülkenin egemen öznesi olan Sünni-Türk’ten başka her dinsel ve etnik grubun en az bir kere “kanla yıkandığı” dereler hala geçmişin hayaletlerini akıyorken; ülkenin bu madunları yüzyıldır sürdürdükleri amansız bir mücadele ile ülke sınırları içerisinde bir “barış pınarı” arıyorken; hiçbir uluslararası meşruiyeti olmayan bir bağlamda, sırf Kürde yönelik tarihsel nefretini ve inkârını yeniden ve yeniden üreteceği bir askeri saldırıyı “barış pınarlarının önünü açmak” şeklinde yorumlamak, egemen olanın hakikati tersine döndürme sürecini bizzat adlandırma ile başlattığının apaçık kanıtı değil mi?