Siyaset meydanında söz üretebilen ve olana karşı çıkan bütün kadınlar gibi, onlar da devlet şiddetine birebir maruz kaldılar. Taleplerine sürekli kötü muamele, gözaltı, tutuklamalar ve cezalandırmalarla karşılık verildiğine tanık olduk
Zilan Esen*
25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü yaklaşırken, ataerkil iktidar tarafından onurlu barış taleplerine cezalandırma yöntemleri ile cevap verilen Barış Anneleri’ni konuşmamak büyük bir eksiklik olur. Her birinin mücadelesi biricik olmakla birlikte, maruz kaldıkları şiddet çok boyutludur. Bu yazıda, maruz kaldıkları şiddetin ve bu şiddet yöntemlerinin temelinde yatan çelişkilerin bir kısmına yer vermeye çalışacağız.
Öncelikle, Barış Anneleri konuşulacaksa ulus devletlerin kadına bakış açısına değinmek gerekir. Kadınlar, ulus-devlet söz konusu olduğunda, öncelikle eş ve ana olarak tanımlanırlar. Vazifeleri erkek iktidar için gelecek kuşakları yetiştirmekten ibarettir. Kadınlar aynı zamanda ulusun sembolleri olarak ele alınır. Bu temelde, bir ulusun neye benzeyeceği, medeniyet seviyesi ya da gelenekselliği, kadınların durumu dolayısıyla okunmaya çalışılır. Öte yandan, kadınlar ulusun namusu haline getirilir ve özellikle “ötekine” karşı dokunulmaz kılınırlar. Vatandaşlık söz konusu olduğunda ise ulusun normal kabul ettiği vatandaş erkektir. Vatandaşlık hakları erkeği varsayarak tanımlanmıştır. Üstelik erkeği müstakil ve kendinden menkul bir vatandaş haline getiren de onun aile reisi olması, kadın ve çocuk karşısında egemen olmasıdır. Bir diğer deyişle, ulus, her biri birer kadına hükmeden eşit erkekler cemaatidir. Bu, esasen birbirinden habersiz ve farklı cemaatin birlikteliği; dişileştirilmiş vatan, namuslaştırılmış eş ve melodramatikleştirilmiş analar imajlarıyla anlam yaratmaya çalışır. İşte tam da bu yüzden Barış Anneleri, ulus devletin biçtiği ‘kadın-anne’ imajını ters yüz etmiş ve sorgulattırmıştır. Son yıllarda, bu karşı çıkış sebebiyle zorlama gerekçelerle cezalandırıldıklarına fazlasıyla tanık oluyoruz.
Savaş zamanında, birbirlerine düşmanlaşan erkeklerin kadınları hedef seçmesi de bu yüzden şaşırtıcı değildir. Kadınlara saldırmak yoluyla, ötekinin ulusunun namusuna, anlamına, vatanına saldırmış olurlar. Yine bundandır ki, barışma süreçlerinde de erkekler kadınlara yer açmaz. Kadınları ulusun nesnesi olarak tutmaya kalkışırlar. Ağlayan analardan bahsederler, ancak anaları müzakereye almazlar. Barış, bu yönüyle hemen her zaman savaşı taklit eder.
Günümüzde savaş ve barış pratiklerinin bazı yönleriyle geçmiş dönemlerden farklılaştığını, hatta savaş ve barış arasındaki ayrımın giderek bulanıklaşmaya başladığını da görüyoruz. Bulanıklaşma halinden dolayı barış talebinin hangi taraftan geldiğine bakmak gerekir. Çünkü taraflar için aynı şeye tekabül etmediğinden, biçilen anlamı da değişebilmektedir. Şiddet tekelini elinde bulunduran taraf için barışın doğrudan konuşulması veya konuşulma ihtimali, ‘egemenliğin zayıflaması’ anlamına gelirken, diğer taraf için bir egemenlik modeli değil, siyasi mücadelenin silahsız, şiddetsiz, eşit ve adil bir ortamda yürütülmesidir.
Günümüzde savaş ve barış arasındaki bulanıklaşma hali, siyaset ile sınırlı kalmamış, hukuk kurallarında ve uygulamada da yansımasını bulmuştur. Zira hukuku toplumdan ve siyasetten bağımsız düşünmek mümkün değildir. Tanımını kanun koyucunun dahi yap(a)madığı, herkesin zihin dünyasında kendi görüşüne göre şekillenen ‘kamu düzeni’ – ‘kamu güvenliği’ gibi kavramlar, iktidara karşı söz söyleyip cezalandırılanların işitebileceği kavramların belki de başında gelir. Barış Anneleri’nin cezalandırılmalarına gerekçe yapılan kanun maddelerinin temelinde koruduğu iddia edilen değer ‘kamu güvenliği ve barışı’dır. Ancak ne büyük dilemmadır ki, cezalandırılan Barış Anneleri de taleplerinin toplumsal barış olduğunu söyler. Peki taleplerinin toplumsal barış olduğunu dillendiren bu beyaz tülbentli kadınlar kimlerdir ve neden ‘kamu güvenliği ve barışı’na karşı bir tehdit olarak görülüyorlar?
Barış Anneleri’nin bir araya gelmelerini sağlayan ilk eylemleri 1999 yılında Diyarbakır’dan Ankara’ya yaptıkları yolculuk ile başlamıştır. ‘Biz anayız, barıştan yanayız’ sloganlarıyla yaptıkları bu eylemin amacını, acının en çok yaşandığı yerden acının kaynağına gitmek olarak tanımlamışlardır. Ancak kente dahi alınmamışlardır. Yasaklar bu kadar yayılmış olmasına rağmen, pratikleri yalnız bununla sınırlı kalmamıştır. Sonraki zaman dilimlerinde kente giriş yasağı, yerini meclise giriş yasağına bırakır. Görünen o ki, yasak çemberi giderek küçülmüştür. Annelerin demokratik tepki biçimleri, çeşitlenerek ve artarak günümüze kadar gelmiş, çok daha görünür hale gelmiş ve dolayısıyla iktidar nezdinde kamu güvenliğine tehdit haline gelmiştir. Günümüzde, Amedspor maçında iki sıra dizili halde dua okurken bile onları görebiliyoruz. Bu kadar görünür olan kadınların yargılama süreçlerinde, zorlama yorumlarla gizemleştirilmeye çalışılması da, uygulanan ‘düşman hukuku’nun özünde barındırdığı çelişkiden başka bir şey değildir.
Erkek iktidarın baştaki inkarı, zamanla yerini küçümseyici kabule bırakır. İktidarın bu yaklaşım biçimini her yerde görebiliyoruz. Örneğin, iddianamelerde ve mahkeme kararlarında genellikle ‘sözde Barış Anneleri’ şeklinde isimleri ifade edilir. “Sözde”, yani gerçekte öyle olmayıp öyle bilinen. Kamu güvenliğinin ise önüne “sözde” getirilmez. Çünkü zaten gerçeklik ile bilinenin kendisi muallaktır. Kürtlüğe dair olan her şeyde olduğu gibi, annelerin de ‘makbul’ ve ‘makbul olmayanı’ oluşmuştur artık.
Devlet katında makbul olmayan şeklinde gösterilen bu anneleri mercek altına aldığımızda, yalnızca kendi çocukları üzerine söylemler geliştirmediklerini, daha kapsayıcı bir dille toplumun genel sorunları ile ilgili çözümler geliştirdiklerini görüyoruz. Savaşın birebir tanığı ve mağduru olmalarından kaynaklı, çözümün salt kendi çocuğu üzerine geliştirdikleri söylemlerle gelmeyeceğinin gayet bilincindedirler. Yargılama süreçlerinde maruz kaldıkları muamelenin tam aksine, zengin dil, düşünce ve pratiklere sahip olduklarını görüyoruz. Öyle ki, aralarında Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilenler vardır.
Siyaset meydanında söz üretebilen ve olana karşı çıkan bütün kadınlar gibi, onlar da devlet şiddetine birebir maruz kaldılar. Taleplerine sürekli kötü muamele, gözaltı, tutuklamalar ve cezalandırmalarla karşılık verildiğine tanık olduk. Güncel bir örnek verilecek olursa, son zamanlarda bir tarafta iktidarın ‘barış’ söylemleri gündemi meşgul ederken, diğer tarafta ise Barış Anneleri’nin “Savaşa Hayır” açıklamasından dolayı Şırnak’ta polis şiddetine maruz kaldıklarını ancak yine de söz söylemekten geri durmadıklarını gördük. Ulus devletlerdeki savaş ve barış arasındaki bulanıklaşma halini de bu örnekten görebiliriz. Aşağıda yer verilen kaynakta, Barış Annesi gördükleri şiddete rağmen taleplerinden vazgeçmediklerini şu sözcüklerle ifade ediyor: “Herkes anlasa keşke biz hangi acıların içinden geçiyoruz da bu görüntülere rağmen barış diyoruz. Hangi ülkede bu olmuş? Nerede bu olur? Kargoda kemik veriyorlar aileye. Kargoyla kemik… Çuval içinde kemik veriyorlar. Orada olsam gidip adliye önünde bağıra çağıra adalet isterdim. Bu kadar mı insan insandan uzaklaşıyor? Ben bunu anlamıyorum.”
Özetle, değişim söylemlerinin üretildiği ancak bir türlü dönüşüme dönüştürülemeyen bu coğrafyada, çelişkiler yumağına dönüşmüş erkek iktidar hukuku ve siyasetine rağmen taleplerinden vazgeçmeyen Barış Anneleri’nin inanç ve inadından öğreneceğimiz çok şey var.
* Özgürlük İçin Hukukçular Derneği üyesi, avukat