1 Ağustos’ta başlayan 7. Dönem Kamu Toplu Sözleşmesi görüşmeleri kamu emekçilerinin hak kayıpları ile sonuçlandı. Varlığını siyasi iktidara borçlu ‘’sendika’’nın bu görüşmelerde emekçiler lehine tutum alması mümkün değildi. Hükümetin emekçi örgütlerini etkisiz ve hareketsiz bırakma stratejisine uygun olarak tasarlanan bir ara formülle görüşmeler sonuçlandırıldı.
11 hizmet kolunda Kamu İşveren Heyeti ile ‘’yetkilendirilmiş’’ sendikalar arasında mutabakata varıldı ve imzalar atıldı. Fakat bu hizmet kollarının bağlı olduğu konfederasyon güya yüzdelik artışlarla ilgili anlaşamadığını duyurdu. Anlaşılan o ki konfederasyonla hükümet milyonlarca kamu emekçisi ile alay etmenin formülünü böyle buldular. Siyasi iktidarın politik hedeflerinin tavizsiz savunucusu sendika yüzdelik artışlarla ilgili bölümü yine iktidarın belirlediği hakem kuruluna devretmiş oldu.
4688 sayılı yasa kamu emekçilerini siyasi iktidarlara ‘’pazarlama’’ mevzuatı gibidir. Türkiye’de kamu emekçileri dünyada örneği olmayan bir sendika yasasına tabidir. Üstüne üstelik böyle bir yasaya sahip iktidar 2010’da anayasal düzeyde kamu emekçilerine grev hakkını yasaklamıştı. AKP’nin uluslararası sözleşmeleri yok sayma geleneği emekçi haklarına saldırıyla başladı dersek abartı olmaz.
Bir kez daha gerçek ortaya çıkmıştır ki 4688 yasasının çizdiği sınırlar içerisinde kamu emekçilerinin hak alması mümkün değildir. Yapılması gereken emek mücadelesini siyasi iktidarların ablukasını kıracak düzeyde yeniden yapılandırmaktır. “Memur sendikacılığı tiyatrosu’’nu milyonlarca emekçiye defalarca yeniden seyrettirmeye sanırım kimsenin hakkı yoktur. Bu sorumluluk artık KESK’in uhdesindedir.
Ülkemizde emekçiler ve halkımız aleyhine yaşanmakta olan politik ortamı sadece AKP öncülüğündeki iktidar bloğuna ile sınırlı düşünmek son derece yanlıştır.
Altını bir kez daha kalın puntolarla çizelim ki, bu rejim gezegenimizi teslim alan neoliberal kapitalizmin emek ve doğa düşmanı politikalarının savunucusu ve tavizsiz uygulayıcısıdır.
Rejim yargı başta olmak üzere bütün yönetim aygıtlarını tek elde toplayan ve toplumsal muhalefeti bu idari erkin gücüyle sindiren bir yönetim biçimi uyguluyor.
Bu yönetim biçiminin önemli özelliği sadece baskı, tutuklama ve şiddet politikalarıyla sınırlı bir otorite kurmuyor. Aynı zamanda toplumu baskılayacak ideolojik hegemonyayı çok yönlü devreye sokuyor.
Toplu sözleşmede kamu emekçilerine ‘’Cuma namazı’’ izni, ‘’Hac’’ izni gibi hakla ilgisi olmayan sembolik “’politik hakları’’ mutabakat metnine yazması böylece diğer inanç gruplarını yok sayması tesadüfü bir durum değildir.
Belirsizlik rejimlerinin tüm dünya örnekleri hegemonyaların din ve milliyet temelinde oluşturulmaya çalışıldığını ortaya koyuyor. Bir başka deyişle ırkçılık, dinci yükseliş ve mülteci düşmanlığı ve ucuz emek piyasası oluşturmak sadece bize özgü değil bütün dünyada sistematik olarak geliştiriliyor.
Bu rejimlerin ortak bir özelliği cinsiyet eşitsizliğini derinleştirmeleri. Farklı cinsel tercihleri dışlayan, düşmanlaştıran, cinsiyetçi hegemonyayı yeniden üreten ideolojik ve politik yaklaşımlar dini inançları farklı olan yönetimlerin ortak davranışı olarak ortaya çıkıyor.
Erdoğan’ın emekçilere yapılacak zamla ilgili verdiği bir demeç milyonlarca emekli ve emekçi tarafından daha çok dikkate alınıyor. Sendikalardan daha çok “başkan’’ Erdoğan’ın belirleyici olduğu sistem halinee getiriliyor. Özellikle son sözü kullanma yetkisini elinde bulunduran güç bütün kurumları etkisiz kılıyor. “Hak Verilmez Alınır’’ sloganını boşa çıkartma amaçlı yeni durum ‘’başkanın’’ her durumda son sözü söylemesidir. Bu durum sendikaların ne söylediğini önemsizleştiren tamamen iradeyi kendinde yoğunlaştıran yeni faşizm en temel özelliğidir.
Hazırladığı ekonomik programlarla neoliberal kapitalist sistem güvenini kazanan Bakan Şimşek yaklaşan yerel seçimler nedeni ile kısmi esnekliklerle orta vadeli programı hazırlayacağı kesin gözüküyor. Şimdiden insanca yaşam hakkının gaspına dönüşen pahalılık seçimlerden sonra pik yapacak.
Bu gelişmeleri tahmin etmek için sanırım ekonomist olmaya gerek yok.
Bütün bunlar politik ve toplumsal alanlarda ortak, birleşik bir mücadele sürdürülmesinin kaçınılmazlığını işaret ediyor. Yıllardır ifade edilen ve gereği yapılamayan “politik olanı toplumsallaştırmak, toplumsal olanı politikleştirmek” zorundayız.
Sistemli planlı otoriter hegemonyayı pekiştirici sistem ile mücadele çok yönlü bir çalışmayla bertaraf edilebilir. Politik ve toplumsal mücadeleyi sürekli karşılıklı etkileşim içinde tutan, iç içe geçen örgütsel formlar yaratan, sürekliliği olan örgütlenmelere her zamandan daha fazla ihtiyaç var. Kayıt dışı çalıştırılan sigortasız, sendikalı-sendikasız, güvencesiz emekçileri, ekoloji ve kadın hareketlerini, gençliğin taleplerini, hızla proleterleşen çiftçileri geniş ve dinamik bir ağ içinde bir araya getirebilecek bir siyasete ihtiyaç var. Bu yapı toplumsal alanda değişken, siyasal alanda geniş ve kapsayıcı, cephesel örgütsel yapıyı inşa ete görevini bize tarif ediyor. İşte o zaman emekçiler piyasaya toplu pazarlanamaz.