M. Çayan’ın son yazılarını kapsayan Kesintisiz Devrim II-III’te sözünü ettiği “olgunlaşmamış milli kriz” kavramı, kanımca yakın tarihte en az anlaşılan kavramlardan biridir. Ortaya koyduğu pratiğin yanında ‘ihtiyaca binaen’ icat ettiği kavramlarla da yakın tarihe pek çok tartışma armağan eden Çayan’ın bu cümleleri zaman zaman ‘maceracılığın önünü açma’ olarak yorumlanmış ama arka planı o kadar ilgi görmemiştir.
Söze böyle başlayınca arkaik bir alana girdiğimiz düşünülebilir ama değil. Biraz sabır gösterilirse konunun aslında hayli güncel olduğu anlaşılacaktır.
Literatüre hâkim olmayanlar için bir ön açıklamayla başlanabilir. Çayan’ın ‘milli kriz’ olarak zikrettiği kavram, aslında Lenin’e aittir ve daha çok ‘devrimci durum’ ya da ‘devrim durumu’ olarak kullanılır. Öncelikle Lenin, genel olarak bütün kapitalist ülkelerde devrimlerin mümkün olduğunu, yani “devrimin objektif koşullarının” bütün dünyada mevcut olduğunu düşünmektedir. Burada sözünü ettiğimiz ise, spesifik olarak herhangi bir ülkede ‘ne zaman’ devrime elverişli anın yaşanacağı üzerine çözümlemelerdir.
Çeşitli yazılarında çeşitli versiyonlar olsa da, kabaca bakılırsa, bir devrimin somut olarak ne zaman mümkün olabileceği üzerine bazı ölçütler oluşturmaya çalışırken Lenin, birkaç temel unsurdan söz eder. Bunlardan birincisi, “Sömürülen ve ezilen yığınların, eskiden olduğu gibi yaşamanın olanaksız olduğu bilincine varmaları ve değişiklik istemeleri” olarak özetlenir; ancak Lenin bunun yetmeyeceğini belirterek, “sömürücülerin de (hakim sınıfların) eskiden olduğu gibi yaşayamaz ve yönetemez duruma düşmeleri”, “üstteki sınıflar arasında şu ya da bu şekilde bir buhran ortaya çıkması” koşulunu ortaya koyar. Ki bu, artık “ezilen sınıfların sıkıntı ve ihtiyaçlarının dayanılmaz hale gelmesi” ve “ezilen emekçi yığınlar arasında siyasi mücadeleye atılmaya hazır insan sayısının hızla on misline ve belki de yüz misline yükselmesi” anlamına gelir.
Tam burada, sözünü ettiğimiz kavramsal çerçevenin en kritik noktasına geliriz. Bütün bu sıralanan “elverişli durum” koşulları, bizim siyasi irademizden bağımsız olarak da oluşabilir ve eğer kitlelerin bu büyük hoşnutsuzluğunu ve hareketini yönlendirebilecek bir politik öncü, bizzat onların arasında örgütlenip kendisini gerçek bir alternatif odak olarak ortaya koymamışsa, en büyük ayaklanmaların bile bir devrime dönüşmemesi yüksek ihtimaldir.
Süreklilik ve derinleştirme
Kabaca ortaya koymaya çalıştığımız bu çerçeveye, Türkiye’nin özgüllüğünden Çayan’ın eklediği ise, “emperyalist hegemonya altındaki bütün geri-bıraktırılmış ülkelerde milli kriz, tam anlamı ile olgunlaşmış olmasa bile mevcuttur” cümlesinde özetlenebilir. “Bu milli kriz, tam anlamı ile olgun değildir. Ancak şu veya bu ölçüde vardır. Var olan bu krizin derinleştirilip olgunlaştırılması, tamamen o ülke devrimcilerine bağlıdır” diyen Çayan, düşünce zincirini, “Bu ise devrim durumunun sürekli olarak var olması, evrim ve devrim aşamalarının iç içe girmesi, bir başka deyişle silahlı eylemin objektif şartlarının mevcudiyeti demektir” noktasına kadar uzatır.
Bu düşünce zincirinin son halkasını beğenenler olur beğenmeyenler olur, onu bilemem. Fakat burada, kritik olan, Çayan’ın siyasi iradeye krizi ‘bekleme’ değil, harekete geçme, müdahale etme, krizin bir parçası olarak onu ‘derinleştirme’ görevini yüklemesidir. Bu önemlidir, çünkü bu konudaki en yanlış anlayış, sistemin krizinin derinleşmesini tamamen bizden bağımsız, kendiliğinden, zaten olacak olan bir şey olarak düşünmek ve siyasi iradeyi, uygun anı bekleyerek o ana kendini hazırlayan bir pozisyona yerleştirmektir; adeta en uygun anda yükselen dalganın sırtına atlayan bir sörfçü gibi! Çayan ise (ve aslında Lenin de) bu iki süreci, yani objektif koşullar ile devrimci iradenin rolünü iç içe geçirir ve devrimci iradenin durumu olgunlaştırmak için inisiyatif almasını öngörür. İster Çayan’ın önerdiği yoldan, isterse başka yoldan gidin, sonuç olarak sistemin gediklerinin ve zaafının derinleştirilmesi ile sokakların, kitle hareketinin büyütülmesi işi, mücadele ve örgütlenmeyi aynı anda içerir. Zaten aslında işin mantalitesi de böyledir. Siz, sürecin en başından beri krizi derinleştiren/insanları örgütleyen bir güç olarak işin içinde değilseniz, son dakikada ‘assolist’ olarak sahneye çıkamazsınız ki.
Yarıkları kanırtmak
Sözü bir şekilde güncele doğru taşımak istiyorum baştan beri ama tabii ki ‘devrim’ gibi kavramlardan, memleketin şu andaki hal-i pürmelaline geçiş yapabilmek zor oluyor.
Yine de şöyle bir giriş yapabiliriz sanırım: Devrimciler, iktisadi verilere fazla kafayı takarak yol yürüyemezler, yürümemelidirler. Toplumsal mücadeleler süreci, bir bilgisayar programına enflasyon, işsizlik verilerini girerek diğer yandan ‘mantıken’ (!) devrim ya da en azından ‘seçim zaferi’ çıkmasını bekleyebileceğimiz bir süreç değil. “Yahu durum bu kadar berbatken, bu halkımız ne yapıyor” gibi zırvalar da aman aman bize uzak olsun. Hele o Aziz Nesin saçmalıkları yanımızdan bile geçmesin. Yoksulluk-açlık oranları ne olursa olsun, adına ister devrim deyin ister toplumsal mücadelelerin yükselişi, vs. bizim derinleştirici/örgütleyici bir güç olarak içinde bulunmadığımız bir süreçte gerçekleşmeyecektir. Bizim ‘kama’ olarak içine girip kanırtarak büyütmediğimiz ‘yarık’, hiçbir zaman ‘gedik’ haline dönüşmeyecek, bir süre sonra sistem tarafından ya onarılacak ya da çoğu zaman kanıksanabilir bir pürüz olarak milyonlarca insanın zihninde ‘normalleştirme’ye uğrayacak, yoksulluk ‘yaşam beklentilerinin azaltılmasıyla’, işsizlik lümpen dünyanın açtığı ekmek kapılarıyla ‘giderilecek’, her şeyin bir ‘çaresi’ bulunacaktır! Çoğu kez unutulur, kapitalizmin ‘çürümesi’, tarihsel ölçekte bir durumdur; günlük pratikte ise kapitalizm, şeytanın aklına gelmeyecek yollardan önünü açar. Kapitalizmin ‘akla aykırı’ yapısı ve ‘çöküşe yazgılı’ olması üzerine uzun uzun kitaplar okuyan biri, salt bu bilgiyle hayatı anlamaya çalışırsa, her zaman kafayı duvara çarpacaktır; çünkü günlük pratik bu gerçeğe uymaz. Örneğin solcu siyasetçilerin ezberi olan “yönetemiyorlar” lafı da tam doğru değildir, kötü yönetmek de yönetmektir çünkü. Onları ‘yönetemez’ hale getirecek müdahalenin yokluğunda, evet, bal gibi de yönetmeye devam ederler.
Ayrıca, netice olarak, tek tek insanların hayatlarında da, milyonların dünyasında da ‘risk hesabı’ vardır. Bir eşikten geçip başka bir yere kayma noktasında, tek insanlar ve milyonlar, eski berbat konumlarını korumak ya da yeni bir adım atmak arasında salınırken, güven duygusu başta olmak üzere birçok faktörün etkisi altında “değip değmeyeceği” hesabını yaparlar. Kolayca anlaşılabileceği gibi, bu, bizim ‘uzaktan’ müdahale edebileceğimiz bir durum değildir.
Kriz ve meyvesi
Özetle denilebilir ki -biz konuyu yüksekten, devrimden açtık ama seçim için de düşünebilirsiniz- hiçbir toplumsal süreçte, sistemin insanlara yaptığı kötülüklerin, onların otomatik olarak bize doğru itilmesi sonucuna yol açacağını düşünemeyiz. Bu, iki kutbun çekme güçlerine bağlı olduğu gibi, aynı zamanda bizim, ne kadar orada, ne kadar ‘içeride’ olduğumuza da bağlıdır.
Çayan’ın ‘kama’sı belli işte. Yazmış adam. Yazmakla kalmamış, yapmış. Başka bir ‘kama’ biliyorsak eğer, tamam öyle olsun ama şu kesin: Parçası olmadığımız krizin meyvesi bize düşmez. Bizim kendi kendimizi ‘atadığımız’ öncülük makamları ne olursa olsun!