Gerçek kriz, mülksüzleştirme, savaş ve ekolojik yıkım nedeniyle insanların hareket ettiği ve daha sonra onları gözden uzak tutmak için tasarlanmış mekanizmalardır… “Mülteci krizi” gibi kullanımlar, daha fazla sınır güvenliği ve gözaltı için birer bahanedir
Liam Hough
Harsha Walia, 20 yıldır antikolonyal ve anti kapitalist göçmen adalet hareketinin bir parçası. İlk kitabı ‘Sınır Emperyalizmini Yıkmak’ göç, sınırlar ve emperyalizm arasındaki temel bağlantıların bir hareket analizini sunarken, taban örgütlenmelerinin iç dinamiklerini ele alıyor. Bunu temel alan son çalışması ‘Sınır ve Kanun’, dünyadaki sınır rejimleri hakkında ulus temelli düşüncenin ötesine geçmek ve bunların kaldırılması için, enternasyonalist bir hareket inşa etmek için çok önemli bir kaynak sunuyor.
‘Sınır ve Kanun’ kitabında sınır rejimlerini ‘daha iyi’ ya da ‘daha kötü’ olarak karşılaştırmaktan kaçınan Walia, sınırların sürekli olarak toprakları elde tutma ve işçi sınıfının bölünmesine dahil olan bir “sermaye yöntemi” olduğuna odaklanıyor. Kapitalizm her zaman sosyal grupların ırksallaştırılmış düzenine ve emek havuzlarının kısıtlanmasına bağlı kalmıştır. Sınır rejimleri, bazı yaşamları değerli, bazılarını değersiz olarak gören ırkçı bir mantığın kurumsal formudur.
Walia, bize sağcı, liberal perspektifin “mülteci krizi” yaşadığı konusunda nasıl birleştiğini gösterirken, onların bunu bir trajedi mi yoksa bir tehdit mi olarak gördüğünü de ele alıyor. Bu kriz görüntüsünü yanlış ve panik yaratıcı bularak reddeden Walia, mevcut durumu yerinden edilme ve hareketsizlik olarak yorumluyor. Gerçek kriz, mülksüzleştirme, savaş ve ekolojik yıkım nedeniyle insanların hareket ettiği ve daha sonra onları gözden ve akıldan uzak tutmak için tasarlanmış mekanizmalarla ilgilidir.
Walia’nın dayanışma mücadelesindeki deneyimlerine ve bir dizi radikal düşünür ile hareketin özel çalışmasına dayanan Sınır ve Kanun, sıklıkla birbirinden ayrı olarak düşünülen şiddet biçimleri arasındaki derin bağlantıları kavramamıza yardımcı oluyor: sınırlar, ırksal vatandaşlık, yerleşimci sömürgeciliği, emperyalizm, ataerkillik ve çevresel yıkım.
Kitap, şimdiki dünyaya alternatif olan sınırsız bir yapıya sahip yeni bir düzen konusunda ısrarcı. Bu, yalnızca sağ kanadın kuşatma altındaki vizyonlarına değil, aynı zamanda neoliberalizm altında geliştirilen cani ve kârlı sınır rejimlerine de alternatifler yaratmak anlamına geliyor. Bu dünyayı kökten değiştirme amacıyla cesur hareketler ve örgütler inşa etmemiz gerekiyor. Yakından incelenmesi gereken Sınır ve Kural, bizi bu tür bir küresel dayanışma ve kurtuluşu hedeflemeye teşvik eden zorlu ve ilham verici bir çalışma.
*Liam Hough: ABD-Meksika sınırını inceleyerek, burada bulunan 3 fonksiyondan söz ediyorsunuz: Genişleme, eliminasyon ve köleleştirme. Diğer yandan hareket eden insanlardan söz edecek olursak, göçten bir tür tazminat-özür olarak bahsediyorsunuz. Bu noktaları biraz daha detaylandırabilir misiniz? Sınır rejimlerinin işleyişi açısından ABD-Meksika örneği ne kadar benzersiz?
Harsha Walia: ABD’nin Meksika ile olan güney sınırının, sınır oluşumları ve çağdaş toplumsal hareketler hakkında nasıl düşündüğümüzle ilgili fikir vermesi açısından açıklayıcı olduğunu düşünüyorum. ABD ve Kanada bağlamında, göçmen karşıtı sınır politikaları genellikle yerli ve siyah karşıtı soykırımdan ayrı olarak görülüyor. Şiddet, sistemik ırkçılık ve beyaz üstünlüğü gibi biçimlerle birbirine paralel olarak görülürken, göçmen adaleti, yerli hakları ve siyah kurtuluşu genellikle farklı mücadeleler olarak görülüyorlar. Fakat Audra Simpson, Shannon Speed ve Robyn Maynard gibi akademisyenler ve bazı örgütler defalarca durumun böyle olmadığına dikkat çekerek, bu yaklaşımın sorunlarının altını çizdiler.
Öncelikle sınırdaki uygulamalar yapısal olarak siyah-yerli karşıtı ırkçılığın yanı sıra emperyalist yayılmayla bağlantılıdır. Genellikle sınırları küresel siyasetten ayrı bir tür iç mesele olarak düşünürüz. ABD-Meksika sınır örneğinde olduğu gibi, ABD binlerce metrekarelik alanı zorla ilhak ederek Meksika sınırında doğrudan olumsuz sonuçlara neden olmuştur. Bu sayısız ulus devletinin sınır tarihidir. İngilizler, Fransızlar, Hollandalılar ve diğer Avrupalı güçler tarafından sınırların dayatıldığı sözde sömürge sonrası çağda nereye giderlerse gitsinler sınırlar oluşturuyorlardı. Bizler ise sık sık sınırların varlığını doğallaştırıyoruz, bu da onları imparatorlukla olan bu karışıklıktan uzaklaştırıyor.
Dahası, 1840 ve 1850’lerde ABD-Meksika sınırının oluşumu yerli soykırımı ve siyah karşıtı kontrollerle bağlantılıdır. ABD, Meksika’nın topraklarını zorla ilhak ettiğinde, Comanche, Apache, Seri, Coahuilteca ve Kiowa dahil egemen yerli ulusları, zorla asimile edildi. Aslında bu, ABD, Kanada ve Avustralya gibi yerlerde yerleşimci vatandaşlığının bütün tarihini ifade ediyor. Göç ve vatandaşlık, yerli siyasi ve sosyal oluşumların soykırımla ortadan kaldırılmasını ilerletmek için kulanılan silahlardı. ABD’deki Dawes Ve Yerliler için Vatandaşlık Yasası, kızılderililere temel olarak ABD vatandaşlığını dayattı. Bu şiddetli asimilasyonun bir koşulu, ABD hükümetinin el koyma ve bölme işlemleriyle ayrılmış bireysel arazilerde yaşamayı kabul etmeleriydi.
Aynı dönemlerde, Guadalupe Hidalgo Antlaşması ve 1850 Firari Köle Yasası kabul edildi. Bu, köle sahiplerinin firar ettiklerini söyledikleri siyahları kaçırmalarına ve yakalamalarına izin verdi. 1848 ilhakından sonra, köle sahipleri siyahların Meksika’ya kaçmasını önlemek için ABD-Meksika sınırında devriye gezmek için milisler de kurdular. ABD-Meksika sınırındaki en eski sınır uygulamaları yalnızca göçmenleri dışarıda tutmak için değil, aynı zamanda köleleştirilmiş siyahları kontrol ederek onları içeride tutmak içindi. Göçmenlere karşı oluşturulan politikalar siyah karşıtı bu şiddet teröründen ciddi anlamda faydalanıyor. Rinaldo Walcott ve İdil Abdillahi, Siyah Yaşam: Post-BLM ve Özgürlük için Mücadele adlı kitaplarında, “hareketler mantıklarını transatlantik kölelikten alarak anti-siyahlığa karşı kuruluyor” diye yazıyorlar.
Göçlerin çoğu, süregelen sömürgecilik ve emperyal yer değiştirmenin bir sonucudur. Bugün göçmenler siyah ve yerlilerden oluşuyor. Bu nedenle, kimin göçmen-mülteci olduğu konusundaki düşüncemizde, yerli ve siyah göçmenlere-mültecilere yönelik deneyimleri ve çoğu zaman orantısız şiddeti silmememiz oldukça önemlidir. ABD’ye gelen Orta Amerikalı ve Meksikalı göçmen ve mültecilerin büyük bir kısmı yerli. Meksika’da mahsur kalan çok sayıda göçmen-mülteci, Haiti’den ve Afrika kıtasından geliyor. Bu göçmen-mültecilerin çoğu şimdi Afrikalı Göçmenler Meclisi aracılığıyla örgütleniyorlar. Siyah karşıtlığının tarihi günümüzün cani Avrupa sınır politikalarının temelini oluşturur. Ve buradan ilk noktaya dönecek olursak, bu göçler süregelen sömürgecilik, emperyal nedenlerle yerinden edilme, siyah ve yerlilere dönük güvence altına alınmış şiddetin bir sonucudur. Her şekilde açığa çıkabilir: Askeri işgaller, toprak hırsızlıkları, doğal kaynakların çıkarılması, kapitalist ticaret anlaşmaları, emek sömürüsü veya iklim değişikliği.
Stuart Hall’un da belirttiği gibi, “Göç, küreselleşme paketinde giderek daha fazla şakacı oluyor.” Bu şekilde, göçü hem bireysel bir kendi kaderini tayin etme eylemi olarak hem de uzun zaman önce gelen sömürgecilikten kaynaklanan tazminatların ve yeniden dağıtımın bir ifadesi olarak anlayabiliriz.
*Liam Hough: Analizinizin kökleri, son birkaç yılda birçok farklı mücadele sayesinde daha yaygın bir terim haline gelen ırksal kapitalizmin teorileştirilmesine dayanıyor. Bu bakış açısının ırkçılığı hem “manipülatif bir böl-yönet taktiği hem de maddi toplumsal ilişkilerin temeli” olarak gördüğünü vurguluyorsunuz. Bu çerçeveyi nasıl yorumladığınızı ve kapitalist anlayışlara nasıl meydan okunması gerektiğinin bir özetini verebilir misiniz?
Harsha Walia: Benim çizdiğim ırksal kapitalizmin çerçevesinin kökleri Cedric Robinson, Neville Alexander, Robin D.G. Kelley, Angela Davis ve daha geniş siyah Marksist bir geleneğe dayanıyor. Cedric Robinson, toplumsal inşanın ve ırkın gerçek farklılaşmasının kapitalizmin ikincil bir sonucu olmadığını, daha çok ırkçılığın kapitalizmin kurucusu olduğunu açıklığa kavuşturmak için ırksal kamulaştırma ve kapitalizm arasındaki bağlantıyı ırksal kapitalizm olarak teorileştirdi. Burada önemli olan toprağın, emeğin ve yaşamın ırksal olarak mülksüzleştirilmesi, kapitalizmin doğasında var olmasıdır. Kapitalizm aslında ırksal hiyerarşilere dayanır. Bu anlamda, ırkçılık karşıtı olmayan hiçbir anti-kapitalist ve anti-kapitalist olmayan hiçbir oluşum ırkçılık karşıtı olamaz. Irkçılık, Güney yarımküreye karşı emeğin sömürülmesinin, fethin, bölgesel genişlemenin, mülksüzleştirmenin, köleleştirmenin, sözde Küresel Kuzey bölgesinin tüm bakımının temeli olan maddi bir yapıdır. Bu anlayış, ‘ırkın mı yoksa sınıfın mı önemli olduğu’ tartışmalarından uzaklaşmak için gereklidir. Küresel sınıf mücadelesinin ön safında yer alan yapılar, ırkçı kapitalizme ve onun çeşitli dokunaçlarına karşı da mücadele veriyor. Görünüşte farklı olsalar da, Amazon şirketine, Uber’e ve güvencesiz çalışmaya karşı yürütülen mücadele temelde ırksal kapitalizme karşı mücadelenin bir parçasıdır. Bu durum mücadele eden bir göçmen, feminist ya da işçi için de aynıdır.
*Liam Hough: Bize defalarca “göç krizi” veya “sınır krizi” fikri sunuluyor. Gerçeğin bir yer değiştirme ve hareketsizlik krizi olduğunu öne sürerek bu terimleri reddediyorsunuz. Bunu detaylandırabilir misiniz?
Harsha Walia: Ben, diğerlerinin yanı sıra, bazı nedenlerden dolayı “göç krizi” terimini yeniden çerçevelendiriyorum. Bence küresel göç krizi daha doğru olarak yerinden edilme ve hareketsizlik krizi olarak tanımlanıyor. Yerinden olmaya yapılan vurgu bizi, yerinden edilmenin gerçek suçluları ve itici güçleri olan kapitalizmin ve iklim değişikliğinin temel nedenlerini sorgulamaya zorluyor. Ayrıca, çoğu insan hareketsizken “göç” krizi dediğimizde, insanların güvenlik arayışı içinde hareket edebildiğini varsayma eğilimindeyiz. Jennifer Hyndman ve Wenona Giles, dünyanın dört bir yanındaki kamplarda yaşayan mültecilerin yüzde 1’den azının kalıcı bir ev bulduğunu belirtiyor. İnsanlar hareket edemiyorlar çünkü sınır kontrolleri onları öldürüyor ve insanlar sınır bölgelerinde, mülteci kamplarında, yasaklama, geri göndermelerle kısıtlanmış durumdalar. Kriz, çoğu göçmenin zorla yerinden edildiğini ve sistematik olarak hareketsiz bırakıldığını gösteriyor. O halde, serbest dolaşım değil, yerinden edilme ve hareketsizlik, çağdaş çağımızda ırksal emperyalist yönetimin gerçeğidir.
“Göçmen krizi” veya “mülteci krizi” gibi kullanımlar, daha fazla sınır güvenliği ve gözaltı, sınır dışı etme uygulamalarını desteklemek için birer bahanedir. Göçmen sürüsü, seli, kervanı ya da işgali demek, bu görüntüleri kullanmak, göçmenleri ve mültecileri bir “sınır krizinin” nedeni olarak tasvir ediyor, kötülüyor. Devletler ne zaman bir krizden söz etseler, bu onların güçlerinin yapılanmasına hizmet ediyor.
4 asır boyunca, 80 milyon sömürgeci yerleşimciyle birlikte Amerika ve Okyanusya’yı sömürmesine rağmen, Batı ülkeleri oldukça ironik ve saldırgan olarak ‘mülteci krizini’ yeni bir kriz olarak tanımlıyor. Ayrıca bu yüzyıllar boyunca 4 milyon Asyalı ve 15 milyon Afrikalı kaçırılarak köle yapıldı. Sömürgecilik, soykırım ve kölelik, bir “göç krizinin” mevcut çağrılarında şiddetin sürekliliği olarak yalnızca tamamen silinmekle kalmaz, aynı zamanda Batı’nın sınırlanmış egemenlik kavramları için olasılık koşullarıdır.
Son olarak – ve bu daha anlamsal olsa da bir o kadar önemli – “göç krizi” anlatısında kimin “göçmen” olarak kabul edildiğini sorgulamak, küresel güç asimetrilerinin kapağını açıyor. İş seyahatinde olanlar, gurbetçiler, diplomatlar, tatilciler vb. hakkında asla göçmen olarak konuşmayız. Bugün dünyanın dört bir yanında lüks yatlarla cümbüş yapanlar, her hafta birinci sınıf kısımlarda uçanlar, yatırımcılar gözetlenmiyor, günah keçisi yapılmıyor ya da problem olarak ele alınmıyorlar. Aslında, sömürgeci kapitalist sistemimizde bu tür hareketler gücü ve egemen ırkı, sınıfı, kastı, yerleşimci statüsünü temsil ederek, kutlanıyor ve varlığına ihtiyaç duyuluyor.
Örneğin mutenalaştırıcılar yeni kolonyal öncülerdir. Toprakları ve mülkleri gasp ederek, polis eliyle ‘korunaklı’ topluluklar yaratıyorlar. Dolayısıyla “göç krizi” dediğimizde aslında her türlü hareketten veya hareket halindeki herhangi birinden bahsetmiyoruz. Bu söylemin altında ‘ağırlıklı olarak ırksallaştırılmış yoksul ve ezilen halkların denetimsiz, yönetilemez hareketini’ işaret eden siyah karşıtı fikir yatmaktadır. Devlet ve ana akım medya bir “göç krizi”nden söz ettiğinde, akıllarındaki sınırları geçen herhangi bir insan değildir. Aksine, özellikle beyazlığın, sermayenin ve imparatorluğun öteki tarafında yer alan, insanlıktan çıkarılan, sınırlar tarafından gözetlenen ve yakalanan insanlardır.
*Liam Hough: Çalışmanızın bir diğer önemli yanı, günümüzün sınırlayıcı uygulamaları ve göç yönetimini emperyalist yayılmanın daha merkezi bir parçası olarak sunmaktı. Bunu, emperyalizmin klasik dinamiklerine kıyasla özellikle yeni olan ve nasıl anlaşıldıkları açısından tartışabilir misiniz? Göç ve sınırlarla ilgili pek çok kökleşmiş fikri eleştiriyorsunuz; son yıllarda kendi düşünceleriniz nasıl değişti?
Harsha Walia: Fikirlerimin, pek çok açıdan değiştiğini düşünüyorum. Altını çizerek sorduğunuz emperyalizmin dinamikleriyle ilgili olarak, sınır kontrollerinin dışarıdan temin edilmesinin, özellikle ABD, Kanada, İsrail, Hindistan, Avustralya, Yeni Zelanda, Birleşik Krallık ve batı ve orta AB ülkeleri için, dünyada emperyal süper gücü korumanın bir yöntemi olduğuna daha fazla dikkat etmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Bildiğimiz gibi, emperyalizm küresel göçün temel nedenidir, ancak şimdi küresel göçün yönetimi ve sınır kontrollerinin dış kaynak kullanımı da emperyal ilişkileri korumanın bir aracı haline geliyor. Emperyalist devletler geriye kalan ülkeleri dış sınır kontrol noktalarını, denizde alıkoymayı, göçü önleme kampanyalarını ve sınır dışı edilenleri kabul etmeye mecbur bırakıyorlar. Bu ticaret ve yardım anlaşmalarının bir koşulu haline geldi. Sınır militarizasyonunun yeni bölgeleri Libya, Mali, Meksika, Nauru, Nijer, Papua Yeni Gine, Türkiye ve Sudan dahil olmak üzere Küresel Güney ülkeleridir.
ABD’de Gümrük ve Sınır Koruma, 100 farklı ülkeden 15.000 sınır görevlisine eğitim verdi. Gazeteci ve yazar Todd Miller, Empire of Borders adlı kitabında şöyle yazıyor: Gözlerinizi kapatın ve bir dünya haritasında herhangi bir kara parçasını gösterin, parmağınız muhtemelen Washington’un yardımıyla bir şekilde sınırlarını inşa eden bir ülke bulacaktır. Trump’ın sınır protokolleri altında ve şimdi de Biden altında ortaya çıkan tüm dehşetler, sınırdaki dış kaynak kullanımının bir sonucudur. ABD, göçmenleri ve mültecileri kendi sınırına ulaşmadan çok önce durdurabilmek için Meksika, El Salvador, Guatemala ve Honduras’ta göçmenlik uygulamalarına fon sağlıyor. Avrupa da benzer şekilde kendi etrafına sınırlarının çok öteside bütün bir kale inşa etti. Afrika’nın Sahel bölgesindeki ülkelere, AB sınırlarının dış kaynak kullanımını kabul etmeleri için baskı yapılıyor ve AB, yirmi altı Afrika ülkesine yardım için ayrılan milyarlarca euroyu, mültecilerin kıtayı terk etmesini önlemek için gözetim ve askeri teçhizata harcıyor. Frontex, halihazırda dünyanın en ölümcül sınırı olan Akdeniz’deki devriyelerini ve drone gözetimini genişletiyor.
Tüm bunlardan çıkarabileceğimiz iki şey var: birincisi, sınırların sadece bölgeleri kısıtlayan sabit hatlar olmadığı. Bunlar, küresel emperyalizme sıkı sıkıya bağlı üretken rejimlerdir. İkinci olarak, mevcut küresel ilişkiler açısından göçle ilgili diplomasinin kritik rolünü anlamalıyız. Yardım anlaşmalarının yumuşak gücü aracılığıyla göç diplomasisi, Afrika, Latin Amerika, Ortadoğu ve Okyanusya’daki ülkeleri dış kaynaklı göç kontrollerini kabul etmeye zorluyor. Bütün bunlar, sınır şiddetini küreselleştirerek, emperyal ve sömürge ilişkilerini daha da güçlendiriyor.
*Liam Hough: Solda eleştirdiğiniz çeşitli milliyetçi tuzaklardan biraz daha bahseder misiniz? Sınır rejimi temelde işçi sınıfını bölerek iktidarına bir engel olurken, daha güçlü göç kontrolleri ve göçmen işçilere yönelik düşmanlık argümanlarının kendi solunda uzun bir geçmişi var. Bu eğilime nasıl karşı koymalıyız ve daha anlamlı dayanışmayı nasıl inşa etmeliyiz?
Harsha Walia: Göçmen işçilere artan küresel bağımlılık, hem sınırdaki rejimlerin ırkçı kapitalizme merkezlendiğini hem de sol milliyetçi pozisyonun başarısızlıklarını gösteriyor.
Öncelikle göçmen işçilerden kastettiğim, iş için göç eden tüm insanlar değil, daha çok devlet onaylı geçici göçmen çalışma programları kapsamındaki işçilerdir. Düşük ücretli ve geçici göçmen işçiler, sözleşmeler ve vizelerle tek bir işverene bağlılar. Tehlikeli çalışma koşullarına, zorla çalıştırmaya ve ücret hırsızlığına maruz kalarak, sosyal hizmetlere ve tam göçmen statüsüne erişimleri engelleniyor. Sol milliyetçi konumla kastettiğim ise ezilen halkların ulusal kurtuluş mücadeleleri değildir. Bu sol milliyetçi konum, devletin çokuluslu şirketler tarafından ele geçirildiğini ve kapitalist küreselleşme altında sönüp gittiğini iddia ediyor. İşçiler, yasal fakat sınır dışı edilebilir emekleriyle birlikte ırkçılığa maruz kalan göçmen işçiler ve vatandaş işçiler arasında yapılsal bir hiyerarşi meydana getiriyor. Bu, yalnızca kötü işverenlerle ilgili bir sorun değil, belirli işçilerin göçmen işçi olarak bölünmesini kolaylaştıran sınırdaki rejimlerle ilgili de bir sorundur. Hem işgücünde hem de ulus-devlette birdenbire farklı bir konuma gelen bütün bir işçi sınıfı var. Komşumuz olmalarına ve bizimle aynı iş gücüne sahip olmalarına rağmen tamamen farklı hak ve yetkilere sahipler.
Peki bu nasıl oluyor? Sınırlarla! Göç, emperyal bir ırksal terör rejimi yaratmak ve ırka göre bölünmüş esnek emek üretmek için sınırlar tarafından kontrol ediliyor.
Sınır, kapitalizm için mekansal bir düzeltme görevi görür. Küreselleşmiş ırksal kapitalizmin ve de ırkçı vatandaşlığın temel direğidir. Kapitalizm emeğin ırk, cinsiyet, yetenek, kast veya vatandaşlık açısından sürekli olarak ayrışmasını ve farklılaşmasını gerektirir. Bu tabakalaşmalar emeği ucuzlatıyor. Tam ve kalıcı göçmenlik statüsünün olmaması, aşırı sömürülebilir, ucuz işgücü havuzları yaratmanın anahtarıdır. Göçmen işçi etiketi, Üçüncü Dünya işçileri için sadece bir örtmecedir.
Devlet neoliberalizm altında yok olup gitmedi. Kemer sıkma kesinlikle zayıflamış bir kamu sektörü anlamına gelse de, devletin sermaye akışlarını ve insanların sosyal kontrolünü garanti eden mali sistemleri genişledi. Sınırların amacı tüm insanları dışlamak veya tüm insanları sınır dışı etmek değil, toplumsal ve emek güvencesizliğini artıran “sınırdışı edilebilirlik” koşulları yaratmaktır. Göçmen işçilerin ırksal kapitalizm için ne kadar önemli olduğunu anlamak gerekiyor, çünkü bu bize sınırın aslında sermayenin aleyhine değil, onun çıkarına çalıştığını gösteriyor.
İşte tam da bu yüzden sol milliyetçiler yanılıyorlar. Göçmen işçilere “sınırları kapatmamız” gibi bir ırkçı çağrıda bulunarak yanlış bir yaklaşım sergiliyorlar. Bu yaklaşıma göre, göçmen işçiler esasen ücret tabanını düşüren ve vatandaşlardan iş çalan konumundadırlar. Gerçek şu ki göçmen işçiler ücretleri bastırmazlar; bunu patronlar ve sınırlar yapar. Serbest sermaye, sınırın ürettiği hareketsiz emeğe ihtiyaç duyar. Ayrıca, göçmenlerin bu şekilde işçilerle karşı karşıya getirilmesi, göçmenlerin sınıf mücadelelerine katılan ve önderlik eden işçiler olmadığı iddiasını ‘güçlendirir.’ Sınıf bilincini körelten ve kapitalizmin dayandığı uluslararası işbölümünü koruyan bu tür sözde “sol” milliyetçiliğin, göçmenlik yaptırımlarını arttırarak, sağcı ve burjuva milliyetçiliğiyle gerçekte nasıl mükemmel bir uyum içinde olduğunu görüyoruz.
İşte bu noktada, göçmen işçi örgütlerinin öne sürdüğü gibi, sol hareketlerin tüm işçiler için statü çağrısını üstlenmesi çok önemli. Bu, tüm göçmen işçilerin göçmenlik statüsüne, toplu olarak örgütlenme ve sendikalaşma hakkına, koruma haklarına, sağlık hakkına sahip olması gerektiği anlamına gelir. Emeğin ucuzlamasını engellemenin tek yolu, ırkçılığa ve ırksal kapitalizme karşı enternasyonalist bir mücadeleye girişmektir. Başka bir deyişle, tüm işçiler için mücadele etmemiz ve sınırların yarattığı ayrışmaları geçersiz kılmamız gerekiyor.
*Liam Hough: Emperyalizm ve milliyetçi korumacılık etrafındaki yaklaşımlar bugün özellikle iklim değişikliği ile ilgili olarak birleşiyorlar. Ekolojik kriz derinleşirken, Güney yarımkürede orantısız bir şekilde yaşanan krize Kuzey yarımküre çözümleri merkez alınıyor. Bizler yeni iklim anlaşmalarını, girişimlerini (Green New Deal) nasıl görmeliyiz? Ekolojik felaket bağlamında sınır emperyalizmine karşı enternasyonalist bir mücadeleye nasıl yaklaşmalıyız?
Harsha Walia: Hepsi değil, ancak birçok yeni girişim Batı ulus-devletinin sahasına odaklanıyor. Bu tür salınımı azaltma, çevreci işleri ve kamu sektörünü genişletme programları temel olarak refahın kuzey yarımkürede yeniden dağıtılması anlamına geliyor. Güney yarımküre iklim değişikliği konusunda daha az sorumluyken, kuzey sorumluluğu alıyor ve bu konuda başarısızlığını sürdürüyor.
Ulusötesi ve küresel bir adalet yaklaşımı olmadan, ‘yeni yeşil anlaşma’ ısınan bir dünyada sömürgeciliği ve mevcut eşitsizlikleri korur. Karbonsuzlaştırmaya yönelik küresel bir anlaşma, zorunlu olarak küresel silahsızlanma ve dekolonizasyon gerektirecektir. Özellikle aşırı sağ ve liberal devletlerin iklim mültecilerine karşı sınırların güvenliğini sağlamaya yönelik tepkileri arasında eko-faşist eğilimlerin artmasıyla birlikte, iklim değişikliğine karşı sınır tanımayan bir siyaseti savunan enternasyonalist bir tepki vermek zorunludur.
*Liam Hough: Kitabınız kölelik ve sömürgecilik karşıtı, enternasyonalist, sınırları tanımayan sol siyaseti savunan bir bölümle bitiyor. Herkesin yuvası olabilecek, basit ama zorlu bir dünya vizyonu sunuyorsunuz. Bundan biraz bahseder misiniz ve böyle bir dünyanın günümüzde ne dereceye kadar var olduğunu düşünüyorsunuz?
Harsha Walia: Kendim için ve yan yana mücadele ettiğim yoldaşlarım için şunu söyleyebilirim: sınırsız bir dünya siyaseti samimi. Bu politika, hiç kimsenin zorla yerinden edilmemesi ve insanların güvenli bir şekilde hareket etme özgürlüğüne sahip olması gerektiği anlamına geliyor. Bu iki özgürlük çelişkili görünebilir, fakat gerekli sonuçlardır. Sınırsız siyasetin püf noktası kendi içerisinde yuvalanmış durumdadır. Buradan hareketle şu soruyu sorabiliriz: hepimizin evi olan bir dünyayı nasıl yaratabiliriz? Dünyanın bir yuva gibi olduğu, herkesin barınabildiği bir gezegen, iklim felaketinin eşiğinde, duygusal bir yaklaşım değil, acil siyasi bir meseledir.
İnsanların çoğu sınırsız bir dünyayı, geçişlere açık noktalar olarak düşünürler ve bu da kaçınılmaz olarak, ‘eğer sınırlar kalkarsa herkes buraya gelir’ ya da ‘güney yarım kürede beyin göçü yaşanır’ gibi iddiaları akıllara getirir. Fakat sınırsız bir dünya fikri sadece geçişlere açık noktaları ifade etmez. Hâlâ devasa eşitsizliklere sahipsek, açık sınırlar hiçbir şey için yeterli değil. Sınırsız bir dünya siyaseti, sınırın kendisinden daha geniş kapsamlıdır. Sınırsızlık politikası, tüm sınırları, sömürücü rejimleri ortadan kaldırmakla ilgilidir. Kuzey yarımkürenin, Güney’i baskılamasına neden olan tüm apartheid sistemleri yok etmeliyiz. Yerinden edilenlerin bu asimetrik gerçekliğini ortadan kaldırmalıyız. Artık daha fazla askeri işgallerin, hapishanelerin, polislerin, sınırların, insansız hava araçlarının, şirketlerin veya bankaların olmadığı bir yer için bu dünyayı kökten değiştirmemiz gerekiyor. Bunların hepsi için ihtiyacımız olan şey devrimci bir ufuk.
*Harsha Walia, Vancouver’da yaşayan bir aktivist ve yazardır. Toplum temelli tabandan göçmen adaleti, feminist, ırkçılık karşıtı, yerli dayanışması, anti-kapitalist, Filistin kurtuluşu ve No One Yasadışı ve Kadınları Anma Yürüyüşü Komitesi de dahil olmak üzere anti-emperyalist hareketlerde yer aldı. Sınır Emperyalizmini Geri Almak (2013) ve Sınır ve Kural (2021) kitaplarının yazarıdır.
*Çeviri: Mehmet İnanç
*Kaynak: https://roarmag.org/magazine/harsha-walia-interview/
*Yeni Yaşam Kadın Eki’nde yer alan diğer yazıları okumak için tıklayınız