TJA’nın ‘Kendimizi Savunuyoruz’ kampanyasında tecrit, üniformalı şiddet ve ortak kadın mücadelesi gibi önemli başlıklar var. TJA Sözcüsü Ayşe Gökkan, kampanyaları aracılığıyla verdikleri mücadeleyi anlattı
Nevin Cerav
Tevgera Jinen Azad’ın (Özgür Kadın Hareketi-TJA), 15 Eylül’den bu yana devam eden “Em Xwe Diparezin” (Kendimizi Savunuyoruz) kampanyası, her gün düzenlenen eylem ve etkinliklerle devam ediyor. Dosyamızın birinci bölümünde kampanya kapsamında sürdürülen birçok çalışmaya yer vermiştik. İkinci bölümde de kampanyadaki diğer önemli başlıklar olan tecrit, üniformalı şiddet, kadın soykırımı ve kadınların ortak mücadelesini ele aldık.
Kampanyanın en önemli temalarından biri olan tecrit, TJA’nın birçok çalışmasında da öne çıkan bir konu. Tecridin sadece cezaevlerinde uygulanan bir baskı aracı olmadığı, kadınlara, çocuklara ve tüm topluma uygulanan bir politika olduğu, TJA’nın kampanyasının önemli vurgularından biri. TJA Sözcüsü Ayşe Gökkan, tecrit politikasının kampanyada nasıl ele alındığını, topluma ve kadınlara nasıl uygulandığını tüm ayrıntılarıyla anlattı. Yanı sıra uzman çavuşlar aracılığıyla bölgede yürütülen tecavüz kültürünü ve Türkiye kadın hareketiyle daha geniş daha görünür ve ortak mücadelenin örülmesinin temellerini konuştuk.
Tüm toplum tecrit altında
Konuşmasına “Pandemiyle birlikte kadınların ve toplumun nasıl tecrit edildiğini hep beraber gördük” diyerek başlayan Ayşe Gökkan, önemli bir uyarıyla devam ediyor: “Bize diyorlar ki, ‘Siz tecritten bahsederken sadece PKK Lideri Abdullah Öcalan’dan söz ediyorsunuz.’ Oysa biz sadece bunu söylemiyoruz. Biz tecridin nasıl her alana yaygınlaştırıldığını, topluma nasıl yedirildiğini anlatıyoruz aslında. Tecridin sadece İmralı’ya değil bütün topluma uygulandığını ve derinleştirildiği tespitiyle hareket ediyoruz. Çocuklardan kadınlara, gençlerden tüm topluma yayarak uygulanan bu tecrit meselesi İmralı’yı da aşan bir saldırıya dönüştü.”
Pandemi döneminde topluma karantina uygulanırken iktidarın bütün organizasyonlarını rahat bir şekilde yaptığını hatırlatan Gökkan, şu örnekleri veriyor: “Ayasofya’nın açılışını büyük bir kalabalıkla yaptılar. Başka organizasyonları da yine kitlesel şekilde yaptılar. Ama kadınlar, gençler ve toplum herhangi bir etkinlik ya da eylem yapmak istediğinde pandemiyi gerekçe göstererek yasakladılar. Dolayısıyla bu bir tecrit rejimi halini aldı.”
Salgın hastalık bahanesi
İktidarın kadınları eve kapatma uygulamalarının da bir tecrit politikası olduğunu söyleyen Ayşe Gökkan, kadınların arkadaşlarıyla, komşularıyla görüşmesinin, sosyalleşmelerini ve fikirlerinin tecrit altında bırakıldığını anlatıyor. “İmralı üzerinden bir tecrit rejimi inşa edildi” diyerek sözlerini sürdüren Gökkan, şu sözleri sarf ediyor: “Sayın Abdullah Öcalan’a tecrit uygulanmasıyla ilgili ilk olarak, ‘sıradan biri olmadığı için güvenliği çok önemlidir’ denilmişti. Yani ‘güvenliği için tecrit ediyoruz’ manasında bir gerekçe yaratmışlardı. Ama güvenliği çok önemli diye tecrit etmek normal de hukuki de değil. Bu bir bahanedir. İmralı üzerinden diğer cezaevlerine de aynı tecrit politikasını uygulamaya başladılar. Aileler çocuklarını, yakınlarını göremiyor. Cezaevlerinde de tecride pandemi gerekçe gösteriliyor. Fakat cezaevlerindeki hiçbir insan da koronadan korunmuyor, hastaneye götürülmüyor, test yapılmıyor. Yani asıl mesele pandemi değil, asıl mesele tecrit etmek, tecridi derinleştirmek ve bütün topluma yaymaktır. Toplumu tecrit politikasıyla bastırmak istiyorlar. Yani tecrit her alanda uygulanan bir politikadır.”
Üniformalı şiddetle tecrit
İnsanların doğayla, ekonomiyle, hukukla, birbiriyle olan iletişimiyle ilgili her şeye tecrit politikasının boca edildiğini vurgulayan Gökkan, bu durumun korkunç boyutlara ulaştığını söylüyor. Tecrit politikasıyla insanların sokağa çıkmalarının dahi engellendiğini dile getiren Gökkan, bölgede yaşanan örneklerle açıyor ne demek istediğini: “Kürdistan’da uzman çavuşlar artık operasyona falan gitmiyor. Uzman çavuşlar artık kafelerde oturup kadınlarla iletişim kurmaya çalışıyor, onları düşürmeye uğraşıyor. Bir kadın bu konuyla ilgili şunu anlattı: ‘Kafede otururken biri geliyor. Merhaba, tanışabilir miyiz diyor. Hayır diyorum. ‘Aramak istersen ara’ diyerek telefonunu bırakıyor. O gidiyor, yarım saat sonra başka biri geliyor. Aynı şeyleri söylüyor, o da gidiyor, başka biri daha geliyor.’ Yani uzman çavuş Musa Orhan gibi Kürdistan’da kadınlarla tanışmaya çalışıyorlar. Musa Orhan’da İpek Er’le Batman’da bağ kurup alıp İzmir’e götürdü ve tecavüz etti. Bu olaylarla ailelerin çocuklarını, kadınları içeri kapatmalarını sağlıyorlar aynı zamanda. Üniformalı erkek şiddetiyle kadınlar eve kapatılıyor ve evde de yine farklı şekillerde şiddete maruz kalıyorlar. Kadınların intihara sürüklenmelerine de neden oluyor bu politikalar. O nedenle de bu tecrit rejiminin derinleştirilmesine karşı TJA olarak “Kendimizi Savunuyoruz” kampanyasıyla mücadele ediyoruz.”
‘Örgütlenerek güçlendiriyoruz’
Ayşe Gökkan’ın “üniformalı şiddet” olarak tarif ettiği uzman çavuşların bölgede taciz ve tecavüz suçları da kampanyada karşılığını buluyor. Kürt kadınlarının özsavunma geliştirerek bilinçlenmesiyle bu şiddete karşı durabileceklerini aktaran Gökkan, bunu da düzenledikleri atölye çalışmalarıyla anlattıklarını söylüyor. Kadınları örgütleme çalışmaları yaptıklarını ve onlarla iletişim ağlarını güçlendirdiklerini belirten Gökkan, bu yöndeki çabalarıyla ilgili şu bilgileri veriyor: “Kampanya kapsamında mahalle mahalle, sokak sokak kadınlarla buluşmalar yapıyoruz. Özgün atölyelerde üniformalı şiddete ve tecride karşı kendimizi nasıl savunacağımızı anlatıyoruz. Örgütlenerek, iletişim araçlarını güçlendirerek kendimizi nasıl savunacağımızı konuşuyoruz. Kürdistan’da subaylar, uzman çavuşlar lojmanlarda değil sitelerde de oturuyor artık. Kentlere yayıldılar bu şekilde. ‘Güvenlik sorunum var’ diyerek sitelerin kameralarını kontrol etmeye başladılar. Binaya kimler girip çıkıyor, bakıyorlar. Yani insanların iletişimi de tecrit altına alınıyor bu şekilde. Bekçiler mesela yaşamımızın içine kadar girdiler, sokaklardalar. İnsanlara ‘Ben senden şüphelendim’ demeleri yetiyor ya da kadınları taciz ediyorlar. Bütün bunlara karşı kendimizi savunma halinde mücadele etmek gerektiğini düşünüyoruz. Erkek egemen ideolojinin uyguladığı tecride, şiddete karşı kadın bakış açısıyla yol almaya çalışıyoruz. Bu çalışmaları da tabii ki sivil toplum örgütleri, yerel yönetimler ve siyasetçilerle birlikte hayata geçiriyoruz.”
Karakollardan topluma yayıldı
Kürt kentlerinde kadınların şüpheli ölümleri, kaybedilmeleri ve intihara sürüklenmelerinde büyük artış yaşanıyor. Bu artışın baş nedeni olarak devletin bölgeye yönelik özel politikaları gösteriliyor. Ayşe Gökkan, bölgede bu politikaların uygulanmasına 90’larda başlandığını ve o dönem bu olayların daha yaygın olduğunu belirtiyor. “Kadınlara yönelik saldırılar 90’lı yıllarda karakollarda daha çok yapılıyordu mesela” diyen Gökkan, Mardin Derik Karakolu’nda Şükran Aydın’ın uğradığı tecavüz saldırısını hatırlatıyor. O dönem bu saldırıların baş faillerinden olan Musa Çitil’in şimdilerde Diyarbakır’a atandığını söyleyen Gökkan, “Önceden karakolda, militarist mekanlarda yapılanlar şu anda topluma yaygınlaştırılmış durumda” diyor. Gökkan, sözlerine şöyle devam ediyor: “Mesela Şırnak’ta bir uzman çavuşun bir çocuğa tacizde bulunmasını Şırnak valisi “sarhoştu” diyerek savundu. Bunlar eleştirildiğinde devlet ağzını nefret söylemleriyle açıyor ve karşı koyanları linç kültürüyle bastırmaya çalışıyor. “Taş atma fuhuş yap, uyuşturucu kullan” propagandaları da bu politikaların hangi seviyelere geldiğini gösteriyor. Son dönemlerde gençlerin kaçırılması, toplumu bilinçlendiren herkesin kriminalize edilmesi, terörize edilmesi aynı politikalar çerçevesinde uygulanıyor. Çünkü devlet şu anda tüm başarısızlığını tecrit ettiği toplumun sokağa çıkmasını engelleyerek örtmeye çalışıyor. Bu politikalar bir toplum kıyımıdır, kadın kıyımıdır.”
‘Saldırıları görünür kılıyoruz’
Dersim’de 5 Ocak’ta şüpheli şekilde kaybolan Gülistan Doku’nun bulunmamasını da eleştiren Gökkan, “Bir kaybedilme olayında hala faili bulunmamışsa, 90’larda karakollarda uygulananlar şimdi toplumda uygulanıyor anlamına geliyor” şeklinde konuşuyor. Kampanyalarında Gülistan Doku ve İpek Er gibi kadınların uğradığı saldırıları görünür kılmayı amaçladıklarını anlatan Gökkan, ‘Kendimizi Savunuyoruz’ diyerek bu saldırılarla mücadeleyi yaygınlaştırmak istediklerini söylüyor. “Bu saldırıları açığa çıkarmamız, korkması gerekenlerin yerine korkmamamız gerekiyor” diyerek sözlerini sürdüren Gökkan, önemli bir çıkarımda bulunuyor: “Çok ciddi bir kadın soykırımı yaşanıyor ve biz kampanyamız aracılığıyla bu soykırıma karşı kendimizi savunmalıyız diyoruz.”
‘Sözleşme ortak hattımız’
“Kendimizi Savunuyoruz” kampanyasının öne çıkan ana başlıklarından birini de kadınların mücadeleyi ortaklaştırarak büyütmesi oluşturuyor. TJA, kampanya aracılığıyla Türkiye kadın hareketiyle cins kırımına dönüşen politikalara karşı ortak bir mücadele hattı örmeyi planlıyor. Hali hazırda Kadınlar Birlikte Güçlü oluşumuyla bu ortak mücadele sağlanmış olsa da, TJA bu ortaklaşmayı daha da geliştirmeyi hedefliyor. Ayşe Gökkan, konuyla ilgili şu bilgileri veriyor: “İstanbul Sözleşmesi’ni çok önemsiyoruz ve tabii Sözleşmeye bir de Kürdistan’dan bakıyoruz. İstanbul Sözleşmesi bizim de içinde olduğumuz dünya kadın hareketlerinin bir kazanımı. Bu kazanıma hep birlikte sahip çıkıyoruz. İstanbul Sözleşmesi’nin iki temel mekanizması var; biri kadınları şiddetten korumak, diğeri şiddeti önlemek. Sözleşme kadına karşı kırım politikalarında savaş süreçlerinde de barış süreçlerinde de geçerlidir. Çatışmalı süreçlerde, mesela Cizre, Sur ve Nusaybin’de hamile kadın da çocuklar da katledildi. Cemile’yi, Taybet anayı hatırlayın. Çatışmalı süreçte 44 kadın katledildi ve devlet bundan sorumludur. İstanbul Sözleşmesi’ne göre devlet uluslararası mahkemelerde yargılanmalı. Bu nedenle İstanbul Sözleşmesi Türkiyeli ve Kürdistanlı kadınların ortak bir mücadele hattı oldu.”
‘Birlikte söz kuruyoruz’
İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik saldırılara karşı hiçbir şekilde geri adım atmayacaklarını ve uygulanması için kadınlarla birlikte mücadele edeceklerini belirten Gökkan, bu vesileyle Türkiye kadın hareketleri ile görüş alışverişinde bulunduklarını, ortak şeklde neler yapabileceklerini konuştukları bilgisini veriyor. “Türkiye kadın hareketleri ile birçok ortak eylem yapıyoruz” diyen Gökkan, konuşmasını şu ifadelerle sürdürüyor: “Kadınlarla çeşitli etkinlikler, sosyal medya kampanyaları düzenliyoruz. Ortak söz kurduğumuz çok şey olduğunu düşünüyoruz ve bu konuda daha ileri bir aşamaya geçmeyi hedefliyoruz. Kendimizi birlikte savunma konusunda da yaptığımız görüşmelerimizin, birbirimize dokunmalarımızın da çok olumlu olduğunu düşünüyorum.”
‘Kendimizi savunarak örgütlenelim’
TJA Sözcüsü Ayşe Gökkan, “Kendimizi Savunuyoruz” kampanyası eşliğinde bir de çağrıda bulunuyor kadınlara. Çağrı şu şekilde: “Bir tecavüz kültürü oluşturulduğu artık kadınlar tarafından keşfedildi. Adalet, eşitlik ve özgürlüğün kadının örgütlenmesi ve bilinçlenmesi ile mümkün olduğu ortaya çıktı. Bu nedenle tüm kadın örgütlerinin, duyarlı olan herkesin bu tecavüz kültürünün, tecridin rejimleştirilmesine karşı topyekün savunmaya geçmesi, örgütlenmesi ve mücadele etmesi gerekiyor. Çünkü şiddet ve linç girişimleri helikopterden insan atma boyutlarına geldi, bu artık son nokta olarak karşımıza çıkıyor. Kadınların da söylediği gibi, ‘katilinden adalet beklemek’ artık bir çözüm değil. Bu politikalara direnelim, kendimizi savunalım, örgütlenerek mücadele edelim.”