Gazeteci Candan Yıldız ile, kadın hareketinin gündemini konuştuk
Ahmet Tulgar
Candan Yıldız, uzun yıllardır tanıdığım bir gazeteci. Gazeteci olarak maharetinin yanı sıra muhabir, yazar ya da editör olarak çalıştığı her kuruma sokağın ve muhalefetin sesini taşımış biri. Kadın hareketini ve barış mücadelesini dayanışma içinde kalarak mesleki olarak da yakından takip eden Candan Yıldız ile kadın hareketinin gündemini konuştuk.
- 1980’lerden itibaren kadın hareketi muhalif siyaseti sadece ideolojik olarak değil pratik biçimleri ile de reforme etti, etkiledi. Dans, müzik ve renk daha o yıllarda muhalif nümayişlere kadın hareketinden sızdı. Kadın hareketinin dans ve müzikle bu buluşması ne getirdi muhalefete?
Kadınlar ‘ben de varım/biz de varız’ ya da ‘itirazımız var’ dediği her şeyi farklı biçimlerle performe etti. Hatırlatmak gerekiyor bazı örnekleri: Feministler 1989’da cezaevlerindeki şiddeti protesto etmek için siyah giyinmiş, Cağaloğlu Meydanı’nda yere yatarak trafiği bir süre kapatmışlardı. Kadınlar için bedenleri de hep eylemlerinin bir parçası oldu. “Özel alan politiktir” sözünün bir parçası aslında bu… Erkeklerin yaptıkları siyaset biçimlerinden farklı olarak ses, renk, ritim, dans politikti kadınlar için. Emma Goldman’ın “Dans etmeyeceğim devrim benim devrimim değildir” cümlesi bu anlamda kadın hareketinin mottosu olmuştur. Yine bir örnek vermek gerekirse Sosyalist Feminist Kolektif içinden çıkan ‘Ritim Kolektif’, Feminist Gece Yürüyüş’ünde hep kadınların isyanının performe edilmesiydi. Bu performanslar biraz queer siyasetin etkisiyle de mücadele biçimlerinden birine dönüştü. Yine eylemlerde kadın ve translardan oluşan ‘Direnişin Ritimleri’ grubunun performansları da aslında bunlardan biriydi. Aynı zamanda bu gruplar kadınlar için örgütlenmenin kendisiydi de.
- Las Tesis’in Şili’den dünyanın birçok ülkesine hızla sirayet etmesinin güncel sebepleri nedir? Kadına yönelik şiddette bütün dünyada bir artış var sanki? Öyle mi?
Las Tesis benim de takip ettiğim kadarıyla Şilili bir grup feministin adı. Yine basından takip ettiğim kadarıyla ‘Tezler’ demek Las Tesis… Ülkeyi aylarca gezip, kadınların ortak sorunlarını dile getirmenin yol ve yöntemini araştırırken ortaya çıkan bir performans aslında ‘Yolunda bir tecavüzcü’… . Las Tesis’in bütüncül bir söylemi var. Erkek şiddetini ve aynı zamanda erkek şiddetiyle işbirliği yapan devleti teşhir ediyor. Patriyarkanın işbirlikçilerini de deşifre eden bir performans. Yargı kararlarının erkek sistemi nasıl güçlendirdiğini anlatıyor. Cezasızlık sistemini teşhir ediyor. Failleri açıkça söylüyor. Dünyanın dört bir yanında yankı bulması aslında feminist teoriyi doğruluyor. Kadınların ezilmesi evrensel bir sorun. Kadınlara çocukluklarından itibaren öğretilen suçluluk duygusunu tersine çeviriyor. Suçlu ben değilim, suçlu ‘ataerkil sistem, yargı, polis, devlet’ diyor.
- Türkiye’deki erkek şiddetinin artışına yakından bakacak olursak bunun sebeplerini nerede saptıyorsunuz?
Türkiye’de kadın cinayetlerinin gerçek sayısı tam bilinmiyor aslında. İstatistikler hem sorunlu hem de gizleniyor. Kadın cinayetleri kavramının bile yetersiz kaldığı bir kıyım/kırımdan söz ediyoruz. Bianet’in çetelesi var ki çok önemli bir eksikliği kapatıyor, bir de Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun çetelesi var. Bu bile kadın cinayetlerinin devlet nezdinde nasıl hafifletildiğini gösteriyor. Kadın hareketi uzun yıllar resmi kaynak olarak Adalet Bakanlığı’nın 2002 ile 2009 yılları arasında yüzde bin 400 artış gösterdiğini politik metinlerinde kullandı. Sonrasında gerçek rakamlara ulaşılamadı. Son olarak İçişleri Bakanlığı’nın yanıtlaması için verilen bir soru önergesine göre 2017 yılı ve 2018 yılının ilk 7 ayında 393 öldürülmüş. Ki bu önergenin kapsamından dolayı olsa gerek bu, aile içinde öldürülenlerin kadınların sayısı. Oysa biz biliyoruz ki kadın cinayetlerinin birinci mekanı aile olmakla birlikte aile dışında da kadınlar öldürülüyor. Kadınların sistematik öldürülüşünün nedenleri çeşitli. Kadınlar bütün güçsüz kılma politikalarına rağmen; açılmayan sığınaklar, şiddet mekanına geri gönderen kolluk güçleri, aileyi kutsayan iktidar politikası, erkekleri cesaretlendiren yargı kararları, 6284 sayılı kadınların korunmasına dair olan kanun ve İstanbul Sözleşmesi’ne dönük saldırılar, ‘kadın ve erkek eşit değildir’ ya da “kadın herkesin içinde kahkaha atmayacak” diyen siyasilerin toplumu domine etme güçleri, bütün bunlar cinayetleri azmettiren nedenler. Ama ben kadınlar güçlendikçe ve seslerini daha çok çıkarmaya başladıkça kadınların erkeklere dönük itirazlarına tahammül edemeyen erkekliğin de şiddetin artmasında etkili olduğunu düşünüyorum.
- Kadınlar bıçak kemiğe dayandığı için mi sokakta bu kadar cesur ve dirençli? Neşelerini kaybetmemeyi nasıl başarıyorlar?
Hasan Hüseyin Korkmazgil’in meşhur dizesidir ‘bıçak kemikte’… Artık canını acıtacak son noktadır orası. Bıçağın gideceği yer kalmamıştır. Kadınlar için de biraz böyle. Şiddetin her biçimine, aşağılanmanın her türüne, hayatlarına kast eden egemenliğe karşı “kabul etmiyoruz” diyorlar. Bunun ‘doğallaştırılmasına’ karşı çıkıyorlar. Meşrü müdafa yanı da var bunun. Tabii sadece bunla açıklanamaz. Toplumsal bir varoluş olarak kadınlığın başına örülen türlü çorapları bilecek kadar teorik ve siyasi deneyime sahipler. Cesaretin kaynağının haklılıklarına inanç olduğunu düşünüyorum. Direncin kaynağı da bence tamamen kadın olmalarıyla ilgili. Çünkü varolma biçimleri zaten hayatta kalma mücadelesi. Bunun taktik ve stratejilerini öğreniyorlar. Yılmamaları bundan. Yılmamaları şiddetin adını koymaktan çekinmemelerinden. Yılmamaları biriktirdikleri dayanışmadan. Bu dayanışmayı ben en geniş anlamıyla kullanıyorum. Deneyim aktarımı bile güçlü bir dayanışma. Ya da atılan bir sloganın sınır/sınıf tanımaması bile bir dayanışma…
- LGBTİ+ hareketi ile feminist hareketin iletişiminde bir sorun saptıyor musunuz?
Ben de çeşitli yayınlardan ve sosyal medyadan takip ediyorum. Feministler ve LGBTİ+ hareketin çok ortak çalışma alanları var. Patriyarkanın ezme politikaları ortak noktaları. Feminist Gece Yürüyüşü’nde queer politika ve feminist siyasete dair politik tartışmalarının çok taze olduğu dönemlerde sertleşmeler olmuştu diye hatırlıyorum. Ama çok sular aktı. ‘Trans cinayetleri politiktir’ diyor feministler de… ‘Trans cinayetleri de politiktir’ diyenler de yok değil. Zaten son son dönemlerde TERF (Trans Dışlayıcı Radikal Feminizm) tartışmaları buradan çıktı. Ben iki hareketin de birbirinden öğrendiğini/öğreneceğini gözlemliyorum. LGBTİ+ hareketin de feministlere güçlü eleştirileri var. İkili cinsiyet sisteminin bazı ezilme gerçekliklerine kör kaldığı ciddi bir eleştiri mesela… Ancak diğer yandan ikili cinsiyet rejimi de bir gerçek ve burada kadınların ezildiği de yok sayılamaz.
- HDP’li belediye eşbaşkanlarının görevlerinden alınması, tutuklanması, yerlerine kayyum atanması aynı zamanda kadının siyasetteki yerine bir müdahale olarak mı seyrediyor? Eşbaşkanlık kurumuna yapılan müdahalelerle kadına yönelik genel erkek şiddeti arasında bir ilinti kurar mısınız?
15 Temmuz sonrası olağanüstü rejimin ilk yaptığı icraatlardan biri HDP’li belediyeler bünyesinde ya da değil, kadın kurumlarının kapısına kilit vurmak oldu. Bunların sonuçları bugün haberlere yansıyor. Kadın okullaşma oranı düşüyor, erken yaşta evlenme oranları yükseliyor, kadınların yaşadıkları şiddeti teşhir etme güçleri zayıflıyor ya da kadınlar devlet şiddetine karşı yakınındaki erkeğin uyguladığı şiddeti gizleme ihtiyacı duyuyor. Süreklilik, birikimlerin sonrasına taşınması kadınların güçlenmesinde çok önemli. Bütün bu siyasi baskılar uygulamalar kadınları güçsüzleştiriyor tabii ki. Eşbaşkanlık sisteminin kağıt üstünde kaldığı örnekleri de okuyoruz. Ya da bir gazeteci olarak bölgeye gittiğimde çeşitli kanallardan öğreniyorum. Ama eşbaşkanlık sisteminin ideolojik muhtevasını değersizleştirmiyor. Kadınları koruyan bütün mekanizmalar ortadan kaldırıldıkça erkeklerin daha da cesaretlendiği açık. Çünkü kadın odaklı belediyecilik inşa edilen bir şey. Olan bir şey değil.
- Kadın cinayetleri Zülfü Livaneli’nin geçenlerde yaptığı bir tanımla ‘bulaşıcı hastalığa benzer’ bir şekilde yayılıyor. Kadın hareketinin kadın cinayetlerinin önlenmesinde pratik önerileri nedir? Kurumlardan bir beklentiniz var mı?
Zülfü Livaneli’nin o tweetini gördüğümde ilk refleksim bunun hemen haber yapılmasıydı. Ve nitekim yaptık da… Orada daha radikal bir şey söylüyordu Zülfü Livaneli, kadınların yasal olarak silahlandırılması gerektiğini dile getiriyordu. “Kadın kadının yurdudur” bence güçleniyor. Ve kadınlar kendi koruma pratiklerini geliştiriyor. Ben etrafımdaki birçok kadının, diğer komşularından farklı olarak, şiddet gören bir kadının kapısını çaldığını, evini açtığını gözlemliyorum. “Duymadım”, “görmedim” ya da “ailedir olur” diyen sessiz komşudan farklı olarak kadınlar polisi arıyor, şikayet ediyor. Ve bunun takipçisi de oluyor. Yalnız olmadıklarını hissettiren ya da yaşatan her pratik kadın cinayetlerini önlemede bir çaba… Ama tek başına bu yetmez. Şiddet nasıl ki bireysel bir edim değilse onunla da tek başına bireysel başedebilmenin sınırları var. O nedenle “koruyucu yasalar, kurumlar, politik söz gerekli” diyor kadınlar.
- Kadınların mevcut durumu değiştirmek ve eşitsizliklerin önüne geçmek için yasal beklentileri nedir?
Konuştuğum bütün feminist avukatlar “mevcut yasalar uygulansın yeter” diyor. Bu çok kapsamlı bir soru. O nedenle benim konuştuğum feminist avukatların söylediklerini aktarmakla yetineyim. “Koruma kararlarının uygulanması, bürokrasiye takılmaması, kolluk kuvvetinin eğitilmesi, 6284 ya da İstanbul Sözleşmesi’ne uyulması ya da nafaka hakkına saldırılmaması en öncelikli konular” deniyor.
- Dünyada sağ popülizmin yükselişini kadınlar nasıl izliyor?
Twitter fenomeni olmayı pek seven ABD Başkanı Donald Trump, başkanlık koltuğuna oturduktan sonra ABD meydanlarının nasıl hareketlendiğini hatırlayalım. Çünkü vıcık vıcık bir sağ siyasetin faili Trump’ın azılı kürtaj karşıtı bir kişiyi başkan yardımcısı olarak seçmesi kadınları endişelendirdi. Deutsche Welle’nin Viyana Üniversitesi’nde çalışmalar yürüten Birgit Sauer ile sağ popülizm ve kadın hakları konusundaki yaptığı söyleşiyi okudum yeniden bu sorunuza yanıt vermek için. Orada deniyordu ki; Trump ve Avrupa’daki diğer sağ popülist hareketlerin toplumsal cinsiyet eşitliği karşıtı bir gündemleri var. Kürtaj hakkının tehlike altında olduğunu söylüyordu. Polonya örneğinden söz ediyordu. Milliyetçilik de keza sağ popülist iktidarların güçlü bir aparatı. Ve milliyetçilik hem kadınları bölen bir şey hem de modern-çağdaş görünümün bir parçası olarak kadınları araçsallaştıran da bir şey. Örneğin Fransa Ulusal Cephe partisinin lideri bir kadın. Milliyetçilik aynı zamanda kadınların bedenlerinin işgalini meşrulaştıran bir şey. Göçmen karşıtı politikanın göçmen bir kadını iki kez güçsüzleştirdiği bir gerçek.
- Medya erkek şiddeti konusunda yeteri kadar duyarlı mı? Medyada acil olarak değişmesi gereken nedir?
Medyanın bu hali gazeteciliği nasıl gerilere götürdüyse erkek şiddetine duyarlı medya da zayıfladı. Ama bir evrimden söz edeceksek ve evrimin geriye doğru işlemediğini kabul edersek, yeni genç kadın gazetecilerin belirli donanımlarla mesleğe başladığına, kadına şiddet haberlerinde yanındaki erkek meslektaşını uyardığına şahit oluyorum. Seçtiği kelimeden, kullandığı görsele kadar mesleğinin sorumluluğunu bilen bir kadın gazeteci kuşağı var. Bunların mecraları tabii ki sınırlı. Medyadaki tekelleşmeyi düşündüğümüzde bunun sirayet ettiği alanın dar olduğunu düşünebiliriz. Ama bugün bile ana haber bültenlerinin bazılarında Emine Bulut cinayeti üzerinden didaktik de olsa yayın yapan kanallar yok değil. Medyanın köklü bir değişime uğraması gerekiyor. Bir kuşak gazetecinin artık mevkilerini gönüllü olarak terk etmesi gerekiyor. Bildikleri doğruları öğretmekten vazgeçmesi gerekiyor. Gelenek ve şimdi arasındaki gerilimin yaratıcı ve mesleği özgürleştirici yanlarının kabul edilmesi gerekiyor.