Bu yazıya başladığımda, 25 Kasım için Tünel’de toplanan kadınlara müdahale başlamış, ara sokaklarda kovalamacalar ve yürüme ısrarı sürüyordu.
Başka bir şey yazmayı düşünüyordum aslında ama görüntüleri izlerken, uçup gittim. Biraz da kendi kişisel tarihimin içine doğru uzanarak son yirmi-otuz yılda kadınların, kadın hareketlerinin hayatıma, hayatımıza kattıklarını düşünmeye başladım.
Yaklaşık 15 yaşımdan beri, şöyle ya da böyle sosyalist hareketin içindeyim. Az çok ‘şehirli’ diye bilinen bir yapının içinden gelmemin iyi yanları vardı elbette. Nispeten daha az feodaldik, kadınların katılımı üzerine nispeten daha açık fikirliydik belki ama nispeten! Kafamızda özel bir kadın alanı gibi fikirler yoktu; kadınlarla ilgili her ne düşünüyorduysak, onları da genel mücadelenin bir ayrıntısı olarak tanımlıyorduk. Programatik bir metin yazsak misal, kadınlar, çocuklar, gençler, sporcular, vb. gibi kategorilerle birlikte en sonda ‘zaten çözülecek olan sorunlar’ arasında yer alıyordu. Önce genel ve esas olan!
Sonra… Sonrası uzun hikâye… Buraya da sığmaz zaten ama asıl derdim de politik bir değerlendirme yazısı yazmak değil. Arada fark ettiğim başka bir şeyi yazmak istiyorum. Özellikle kadın ve ekoloji hareketlerinin yükselişinden sonra, bu durumun benim ve bir sürü başka insanın üzerinde, programatik söylemlerin ötesinde bir etki yarattığını gördüm mesela. Kuşkusuz kadın hareketi ve özel olarak feminizm, çubuğu çok sert büktü, bu zaman zaman tedirgin edici de oldu ama gitgide bir şeyler oturdukça, bütün bunların erkeklerde bir ‘yontulma’ya vesile olduğunu gördüm. Ki bunda benim açımdan Kürt kadın hareketinin de özel bir etkisi oldu.
Basit şeyler gibi görünebilir. Hepimizin dilinde bir ‘ayıklanma’ gerçekleşti mesela. ‘Bilim adamı’ kavramı, çöktü gitti, fena mı? “İnsanoğlu” lafı neydi Allah aşkına, düşünsenize? Bazı dangalaklar pek alay ediyor ama kadına doğru dürüst ‘kadın’ demesini öğrendik. Yine mesela babamızın önünde oturup kalkmasını üç günde öğrendik de kadınların önünde oturup kalkmasını 40 yılda öğrenmek az ilerleme mi? Öğreniyorsunuz ama! Bu yaşımda, toplu taşımada dizlerimi birbiriyle tanıştırmayı öğrendim ki bu ülkede bunu kızlara 7 yaşında öğretiyorlar! Bir yandan da hala küfürbaz bir adamım yine ama ağzından bir şey kaçıranı anında linç eden bir mekanizma öyle çalışıyor ki, tırsıyorum çok fena! “Üslup heval üslup” lafıyla en çok dalga geçen, yaşımın arkasına sığınıp gazetenin müesses nizamını en çok bozan benimdir ama o kurumda bir kırmızıçizgi vardır ki, onu bilirim, öğrenmişimdir.
Basit şeyler mi bunlar? Öyle mi görünüyor? Değil. Siyasal programların, perspektif yazılarının ve sloganların ötesinde bir şeyden, davranışsal bir durumdan, gitgide özümsenerek sabitlenen olgulardan söz ediyorum. Ama test eden bilir; erkeklerin eğitim hafızası yoktur! Onca yıldır evi çekip çeviren ben, bir hafta ablamın yanında kalayım, çayımın ayağıma getirilmesine çok fena alışabilirim. Dolayısıyla, yontulma, baskılanmayla sürekli beslenmesi gereken bir şeydir. Bunun önemi ne? Şu: Yazılar, programlar yazabilir, örgütler kurup, kotalar, eşbaşkanlıklar yaratabilirsiniz ama esas olan yine de davranış kalıplarınızdır. Postmodern ortaçağ, ruhumuzu parçalarken mahalle Müslümanının “onun yeri ayrı onun yeri ayrı” tekerlemesini dilimize sokuşturuyor ve bizim insan bütünlüğümüzü hedef alıyor. Oysa kompartımanlardan oluşan bir hayat değil sosyalistlerin hayatı, şurada farklı burada farklı kurulmuş denklemler üzerinden yürümez devrimci yaşam. Dolayısıyla, kadınlardan en az iktidarın korktuğu kadar korkmanın bünyemize büyük yararı var. Ha, bu arada her şey çok sert mi oluyor? Evet, maalesef. Hayran olduğumuz adamları yiyoruz bu aralar mesela, ama olsun, o şiirler, o filmler filan değerini yitirmiyor. İyi şeyler yapıyor olmanın getirisinin “iltimas” olmadığını öğrensin herkes, başka yolu yok bunun.
Her şey sloganlardan, sözlerden ibaret değil yani. Yaşarken olanlar var bize; onları da çok önemsemeliyiz.
Sonuç olarak Sedat Suna’nın bu akşamki efsane fotoğrafında iki el var. Biri, üstten kalkanı tutan el; o bizi ‘adam’ etmek istiyor. Diğeri, kalkana dayanmış, onu geri iten el; o da bizi ‘insan’ etmek istiyor. Zaman zaman gerilsek de, o ikincisi bizim elimiz. Öyle değil mi?