Geçtiğimiz hafta Diyarbakır’da, kadınlara yönelik yeni bir polis operasyonu gerçekleşti. 24 kadın sabaha karşı, evleri basılarak polisler tarafından gözaltına alındılar ve 3 gün boyunca gözaltında, son derece kötü koşullarda tutuldular; bir kısmı tutuklandı, bir kısmı ise serbest bırakıldı.
Özellikle İstanbul Sözleşmesi’nin feshinden sonra, gerek kamusal alanda gerekse özel alanda kadınlara yönelik şiddette büyük bir artış gözlemlemekteyiz. Aslında biz, “kadına yönelik şiddet politiktir” derken, tam da bunu kastediyoruz. Devlet dili sertleştiği oranda, özel ve kamusal alanda kadına yönelik şiddette artıyor.
Gözaltına alınan kadın arkadaşlarımıza yönelik suçlamalar, gerçekten de son derece dikkat çekici. Kadınlar, 8 Mart, 25 Kasım’da yaptıkları açıklamalar, katıldıkları eylemler, etkinlikler nedeniyle yargılanmaktalar.
Devlet aklı, kadınların adeta yaşamın tüm alanlarından silinmesini istiyor. Özellikle siyasette yer almasını istemiyor; kadınların kendi siyasi taleplerini yüksek sesle dile getirmelerinden son derece rahatsız oluyorlar.
Aslında Cumhurbaşkanı “kadınlar bizim için kutsaldır” derken, belki de bunu kastediyor; kadınların dokunulmaz bir şekilde, kutsal bir şekilde, hayatın tüm alanlarına dahil olmadan, evde yaşamasını istiyorlar. Aslında kadınlar bunun tam tersini talep ediyorlar; “kutsal” olmayı değil, “erkeklerle eşit” olmayı istiyorlar.
İşte bu kutsallığı reddedip eşitliği talep eden kadınlar, İstanbul Sözleşmesi’ne de bu nedenle, hala büyük bir direniş göstererek sahip çıkmaya devam ediyorlar. Yaşamın tüm alanlarında, İstanbul Sözleşmesi’ni geri getirebilmek için mücadeleye devam ediyorlar.
İstanbul Sözleşmesi, bizim coğrafyamızda yaşanan bir hak ihlalinden yola çıkılarak hazırlanmış bir sözleşme… Diyarbakır’da eşi tarafından annesi öldürülen, kendisi de ağır yararlanan Nahide Opuz davasında, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Türkiye’yi mahkûm etti.
Türkiye’yi mahkûm ederken AİHM, Nahide Opuz’u “aile içi şiddete karşı koruyamadığı” gerekçesini koydu karara.
Bu kararın ardından Avrupa Konseyi, tüm üye devletlere bir sözleşme hazırlama çağırısında bulundu. O dönem kadın kurutuluş hareketi, coğrafyamızda son derece güçlüydü ve böyle bir sözleşmeye çok büyük bir katkı vererek, sözleşmenin hazırlanmasında yer aldı.
Ve sözleşme hazırlandı. Bu sözleşme hazırlanırken, coğrafyamızdaki kadın hukukçuların da büyük katkıları oldu. Ve sözleşme İstanbul’da imzalanarak yürürlüğe girdi. Bu sözleşmenin en önemli yanı, tüm üye devletlere “hiçbir örf, hiçbir adet, hiçbir namus anlayışı, kadına yönelik şiddetin gerekçesi yapılamaz” diyerek büyük bir görev yüklüyordu.
Bu sözleşme bizim coğrafyamızda yeterince uygulanmadı ama, kadınlar açısından büyük bir duygusal güç yaratıyordu, destek sağlıyordu. Bu nedenle de, sözleşmenin kadınlara getirdiği hakları talep noktasında, bütün kadınlar son derece istekli davranıyorlardı.
İşte yerleşik namus anlayışını tartışmaya açan bu sözleşme, devlet aklını rahatsız etti. Ve bir süre geçtikten sonra da sözleşme tek taraflı olarak feshedildi ve tüm kamuoyuna duyuruldu. Ancak kadınlar bu sözleşmenin feshinden sonra da, bu sözleşmeye sahip çıkmaya devam ettiler.
İşte Diyarbakır’da yapılan operasyonun da amacı buydu. İstanbul Sözleşmesi’ne, kadın kurtuluş hareketine sonuna kadar sahip çıkan Kürt kadınlarına yönelik operasyonunun sebebi de buydu. Bu sözleşmenin arkasındaki ilkesel duruş, 25 Kasım’da, 8 Mart’ta kadına yönelik şiddete karşı etkili mücadele isteği, devlet aklını çok rahatsız ediyordu.
Devlet aklı kadınlara yönelik bu operasyonu gerçekleştirirken, 90’larda Kürdistan’da kadınlara karşı büyük suçlar işlemiş bir zihniyetin temsilcisi olan, bir başka kadını da yeniden gündeme çıkarıyordu. Tansu Çiller!
Kürt kadınları Tansu Çiller’i çok iyi tanırlar. 90’larda yaşanan kirli savaş döneminde kadınlara karşı uygulanan işkence ve cinsel işkence politikalarının mimarlarından biriydi Tansu Çiller!
O dönemde yaşanan tüm hak ihlallerinin, kontrgerilla cinayetlerinin, gözaltında kayıpların, işkencenin, köy yakmaların, her türlü insanlık suçunun karar verici mekanizmalarından biri olan Tansu Çiller gündeme çıkarılırken, bu haklar için mücadele eden ve Tansu Çiller’in temsil ettiği bir zihniyete karşı çıkan kadınlara ise baskı uygulanıyordu.
İşte bugün, aslında sadece kadın kurtuluş mücadelesi açısından değil belki de, yaşadığımız tüm hak ihlali alanlarında karşı çıktığımız devlet aklı, 90’larda şekillenmiş, bu “derin devlet” aklı, maalesef ki bugün aynı politikaları kadınlara dayatmaya çalışıyorlar. Ancak kadın kurtuluş mücadelesi, son derece güçlü. Özellikle Kürt kadın hareketi, artık sokağa çıkmış olan kadınları asla evlerine geri döndüremeyecek kadar güçlü bir hareket. Bu nedenle de bu operasyonlar büyük bir karşı çıkışla karşılanıyor. Kadınlar artık hiçbir şekilde sessiz kalmıyorlar.