Geride kalanlar olarak örgütlü erkekliğe, dünyayı yöneten erkeklerin kurallarına, hayatın her alanında karşılaştığımız “erkek adalet”e, tüm çevremizi kuşatmış kadın düşmanı faillere karşı tüm farklılıklarımıza rağmen feminist dayanışmayı örmek, özgür ve eşit bir yaşam için mücadeleyi sürdürmek, “kızkardeşlik” olarak ifade ettiğimiz politik dayanışmayı içselleştirip birbirimizin elinden sıkıca tutmak zorundayız
Meryem Ağar
Kadına yönelik şiddeti en genel haliyle kadınların sırf kadın oldukları için erkekler tarafından şiddet türlerine maruz bırakılması olarak tanımlayabiliriz. 1993 yılında kabul edilmiş Birleşmiş Milletler Kadına Yönelik Şiddetin Ortadan Kaldırılması Bildirgesi’ne göre kadına yönelik şiddet “özel veya kamusal alanda kadınlara fiziksel, cinsel veya psikolojik zarar veya ızdırapla sonuçlanan veya sonuçlanması muhtemel olan her türlü cinsiyete dayalı şiddet eylemi veya bu eylemlerin tehditleri’’ şeklinde tanımlanmıştır. Kadına yönelik şiddetin devletlerin yaptırım gücüyle ve etkin bir şekilde uygulanan ideal yasalarla dahi tamamen yok edilemeyeceği, bunun için büyük bir toplumsal değişime ihtiyaç olduğu kuşkusuz ortadadır. Zaten toplumsal cinsiyet temelli şiddetin kaynağıyla devletin ne derece mücadele edebileceği veyahut bu şiddetin kaynağıyla devlet olgusunun etkileşimi ve ortaya çıkmasındaki rolü başka politik bir tartışmanın konusu; bunu bir kenara bırakırsak, mevcut insan hakları temelli hukuk sistemlerinde devletin kadına yönelik şiddetle mücadele etme konusunda pozitif yükümlülüğü vardır. Günümüzde Türkiye devletinin de kadına yönelik şiddeti önleme konusunda gerek kendi mevzuatına gerek tarafı olduğu uluslararası sözleşmelere göre yükümlülüğü bulunmaktadır fakat pratikte bu yükümlülüğün mevzuata uygun bir şekilde yerine getirildiğini maalesef ki söyleyemiyoruz.
Mevcut düzende temel insan haklarımız için kadınları koruyan yasalara ve bu yasaları doğru bir şekilde yerine getirecek uygulayıcılara ihtiyacımız var. Yani İstanbul Sözleşmesi’ni, 6284 Sayılı Kanun’u, Birleşmiş Milletler Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi’ni (CEDAW), Anayasa’yı, kadınları koruyucu ve kadına şiddeti önleyici niteliği olan insan haklarına ilişkin uluslararası sözleşmeleri etkin bir şekilde uygulayan, kadına yönelik şiddet ve ayrımcılıkla mücadele edecek politikalar üreten yetkililere ihtiyacımız var.
Fakat ne olmuştu, iki yılı aşkın bir süre önce, kadına yönelik şiddetle ilgili en kapsamlı ve koruyucu çalışmalardan biri olan İstanbul Sözleşmesi 20 Mart 2021 tarihinde gece yarısı Cumhurbaşkanı Kararı ile feshedilmişti. Kadınlar için bir güvence niteliği taşıyan Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi veya bilinen adıyla İstanbul Sözleşmesi; kadına yönelik her türlü şiddetin ve ev içi şiddetin önlenmesi, şiddet mağdurlarının korunması, suçların kovuşturulması, suçluların cezalandırılması hususlarında taraf devletleri yükümlü kılan, kadına karşı şiddet ile mücadele alanında bütüncül, eş güdümlü ve etkili işbirliği içeren politikaların hayata geçirilmesi ve toplumsal cinsiyet temelli şiddete maruz bırakılan veya bırakılma olasılığı çok yüksek olan grupları korumaya yönelik insan hakları alanında uluslararası bir sözleşmedir. Burada İstanbul Sözleşmesi’nin hazırlanmasında etkili olan Opuz davasını da dile getirmek yerinde olacaktır: Eşinden şiddet gördüğü ve tehdit aldığı gerekçesiyle defalarca kez savcılığa başvuran ancak gerekli önlemler alınmadığı için eşi tarafından annesi öldürülen Nahide Opuz AİHM’e başvurmuş, AİHM Opuz kararında “…Türkiye’deki genel ve ayrımcı yargı pasifliğinin, kasıtlı biçimde olmasa da, esasen kadınları etkilediği… başvurucu ve annesi tarafından maruz kalınan şiddetin, kadına yönelik ayrımcılığın bir biçimini oluşturan toplumsal cinsiyete dayalı şiddet olarak görülebileceği…’’ ifadesini kullanmış ve Türkiye’yi yaşam hakkı, işkence ve insanlık dışı ve onur kırıcı muamele yasağı ve ayrımcılık yasağını (AİHS m.2, m.3 ve m.14) ihlal ettiği gerekçesiyle mahkum etmişti. Bu karar İstanbul Sözleşmesi’nin hazırlanmasında etkili olmuştu ve sözleşme ilk olarak İstanbul’da Türkiye tarafından imzalanmıştı.
Yine bir kadın cinayeti olan Ayşe Paşalı cinayetinin büyük ses getirmesiyle ve AİHM kararı etkisiyle, büyük oranda İstanbul Sözleşmesi’nden de yararlanılarak 2012 yılında bir iç hukuk düzenlemesi olarak 6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun hazırlanmış ve yürürlüğe konmuştur. Eşi tarafından öldüresiye fiziksel şiddet görüp cinsel saldırıya uğrayan Ayşe Paşalı, tutuksuz yargılanan boşandığı eşi tarafından tehdit edildiği gerekçesiyle defalarca kez savcılığa başvurup koruma talebinde bulunmuşsa da bir karşılık alamamış ve eski eşi tarafından öldürülmüştü. Dönemin bakanı “Yasalarımızda eksik yok, cinayet münferit” açıklaması yapmışsa da AİHM’e yapılan başvuru sonucu Türkiye, Ayşe Paşalı’nın yaşam hakkını koruyamadığını ve ölümündeki sorumluluğunu kabul etmiştir.
AİHM kararları ve feminist mücadele ışığında yasalaşan 6284 sayılı kanun ile şiddet gören ya da bu yönde bir tehdit altında bulunan kadın, çocuk, aile bireyi ve tek taraflı ısrarlı takip mağdurlarının korunması ve bu kişileri hedef alan şiddetin önlenmesi için gerekli önlemlerin herhangi bir delil veya belge aranmadan hakim veya mülki amir tarafından alınması sağlanmış ve tedbir kararına aykırı davranan kişi hakkında zorlama hapsi getirilmiştir. Söz konusu kanunda; failin korunan kişiye, söz konusu kişinin bulunduğu konuta, okula ve iş yerine yaklaşmaması, failin koruma altına alınmış kişiyi iletişim araçları veya benzer şekillerde rahatsız etmemesi, mağdura geçici maddi yardımda bulunulması, mağdura hukuki, mesleki, psikolojik ve sosyal bakımdan rehberlik ve danışmanlık hizmeti verilmesi gibi birçok mağdura yönelik koruyucu ve şiddeti önleyici nitelikte hüküm bulunmaktadır. Ancak yürürlükte olduğu sırada İstanbul Sözleşmesi de, 6284 sayılı kanun da yeteri kadar ve etkin bir şekilde uygulanmadı, uygulanmıyor; erkek şiddeti öldürmeye devam ediyor.
Biz kadınlar, tarih boyunca mücadele ederek elde ettiğimiz kazanımlara karşın bugün hâlâ temelde yaşam hakkı mücadelesi veriyor, eşit ve özgür bir yaşamı elde etmek için belki örgütlü belki örgütsüz olarak, belki kendimiz adına belki tüm kadınlar adına, istisnasız her birimiz mücadeleyi bir şekilde yaşamın her alanında sürdürüyoruz. Doğduğumuz evlerden yürüdüğümüz tedirgin edici sokaklara, zar zor gidebildiğimiz okullardan devletin hapishanelerine kadar her yer kadınlar için suç mahalli, her yer şiddet tehdidiyle dolu. Ataerkil aile yapıları kutsal görülüp canla başla korunmaya, tecavüz kültürü ve mizojini toplumun her kesimi tarafından benimsenmeye, siyasetçiler kadın düşmanı söylem ve politikalarını üretmeye, erkeği merkeze alarak kadına ikinci sınıf yurttaş muamelesi yapan eril hukuk sisteminin uygulayıcıları şiddeti cezasız bırakmaya devam ederken bizler de “Anıt Sayaç”a eklenen kadın isimlerinin artışını izlemeye ve korku içinde yaşamaya devam ediyoruz. Maalesef şiddetin bu kadar olağan olduğu bir toplumda kadın olduğumuzu ve kadın olduğu için hayattan koparılanları unutma lüksümüz de olmuyor.
Geride kalanlar olarak örgütlü erkekliğe, dünyayı yöneten erkeklerin kurallarına, hayatın her alanında karşılaştığımız “erkek adalet”e, tüm çevremizi kuşatmış kadın düşmanı faillere karşı tüm farklılıklarımıza rağmen feminist dayanışmayı örmek, özgür ve eşit bir yaşam için mücadeleyi sürdürmek, “kızkardeşlik” olarak ifade ettiğimiz politik dayanışmayı içselleştirip birbirimizin elinden sıkıca tutmak zorundayız. Çünkü biliyoruz ki; adliye koridorlarında kadınların sesi “Erkek Adalet Değil, Gerçek Adalet!” diye yankılanmaya devam ediyor hâlâ.
*Özgürlük için Hukukçular Derneği (ÖHD) üyesi