İktidar Cumhuriyet’in 100. yılını yeni bir anayasayla karşılamak için “sivil toplumculuk” oynamaya devam ediyor. Yıllar içinde tarikatlar-cemaatler-dernekler üzerinden oluşturduğu hinterlandını yapılacak anayasa değişikliğine “sivil toplum iradesi” gömleği giydirmenin payandası haline getirme peşinde. Son günlerde 81 ilde yapılan, valiler-üniformalı -sivil bürokratlar-tarikat-cemaat uzantısı kurumlar katılırken meselesinin asıl muhatabı olan kadın örgütlerinin-hukukçuların yer almadığı “Aile Çalıştayı” bunun pratik yansımalarından biri.
Rejimin kendisini örgütlerken meşrulaştırmak için kullandığı referandum ya da sandık gösterisinin, Anayasa değişikliği bahsinde de bu şekilde vücut bulacağı anlaşılıyor. Topun ağzındaysa tüm tarihsel toplumsal kazanımların, temel hak ve özgürlüklerin zamanın ruhuna uygun bir hoyratlıkla imha edilmesi var. İlle de kadın haklarının… Sözkonusu “Aile Çalıştayları” ile son yıllarda özellikle de dönemde; kadının nafaka hakkından karma eğitime, Medeni Kanun’un değiştirilmesine kadar bugüne kadar yapılıp edilenin daha bütünlüklü bir zemine oturtulması hedefleniyor.
Kapitalist üretimin toplumsallaşması ve ideolojik-kültürel hegemonyasının derinleşmesiyle çözülüp dağılan geleneksel aile kurumunu şimdi yine onun ihtiyaçları temelinde yeniden örgütlemeye çalışıyor. Aile çözüldükçe kapitalist üretimin bedavaya getirdiği bakım işleri ve ücretli köleler ordusuna her an yeni neferler eklenmesi, kısacası her iki anlamda yeniden üretim tehlikeye giriyor. Diğer taraftan bir ekonomik birim olduğu kadar ideolojik-siyasi-kültürel hegemonyanın çekirdek gücü de olan ailenin bu işlevini hedeflenen oranda yerine getir(e)memesi tehlikesi en büyük kaygılardan birini oluşturuyor.
AKP, ilk yıllarında kadın haklarında Cumhuriyet’in tepeden inen ama halkla buluşmadığı kadar kadını da ulus devlet inşasının payandası olarak görüp aileyi aynı yaklaşımla tanımlayan politik tutumunu aşan bir bonkörlükle hareket etti. Sonra kadın düşmanlığını siyasal bir düzleme taşıdı ve süreklileşmiş biçimde üretti. Bunun sonuçlarını yaşayıp görüyoruz. Tırmanan şiddet, kadın cinayetleri, kadının en gerici ve düşkün biçimlerle metalaştırılması! Şimdiyse bunu tarihin en gerici ittifakıyla daha bütünlüklü bir yasal zemine oturtmaya, sarsılan “erki” daha gerici bir temelde onarıp üretmeye çalışıyor.
AKP’nin ilk yıllarıyla son 10 yılı arasındaki bu belirgin zikzak elbette tek başına kapitalist gelişmenin yarattığı toplumsal sonuçlar, konjonktürel etkiler, jeostratejik gelişmeler vb. ile açıklanamaz. Bunlar ne kadar etkiliyse dünyada ve Türkiye’de kadın kurtuluş mücadelesinin başlı başına ideolojik bir hegemonya alanı oluşturmuş olmasına tahammülsüzlüğü de bir o kadar belirleyicidir. Burjuvazi ve siyasi temsilcilerinin mahir oldukları konulardan biri, her yıkım-çözülme-dönüşüm sürecini ideolojik-siyasi hegemonyasını türlü çeşit araçlarla ihtiyaca uygun şekilde örgütlemek, tazelemektir. Varlıklarıyla bu sürecin karşısında duran güçlerin kontrol edemediği, geriletemediği bir hegemonya kurması, enerjisini en geniş kesimlere doğru yayması, oradan yıkım içerisinde yeni bir toplumsal kültür filizlendirmesi asla tahammül edemeyeceği bir durumdur. Ezilenlerin toplumun önüne yeni pencereler açması, başka toplumsal ilişkilerin de mümkün olduğu duygusu yaratmaları kabul edilmezdir.
Bu böyleyken, söz konusu gerici-faşist taarruz karşısında açılan o pencerelerin nasıl bir ideolojik-siyasi-kültürel içerikle doldurulacağı da bir o kadar önemlidir. Kadın mücadelesinin ve en geniş anlamda “sol”un kimi kesimlerinin bu gidişata karşı “Cumhuriyet değerlerinin korunması” sınırlarında bir duruş içinde olmaları tam da bu noktada tartışmayı hak ediyor. Çünkü bugünkü kadını aileye zincirlemeye, dahası aile içinde hiçleştirirken aynı zamanda sistemi yeniden üretecek bir militan haline getirmeye çalışan yaklaşımla Cumhuriyet’in kuruluş paradigması arasında tarihsel bir devamlılık vardır. 1926’daki Medeni Kanun’a baktığımızda bu çok net anlaşılır. Bunun özü de sistemde olduğu gibi ailede ve cinsler arasındaki ilişkide-hiyerarşide erkek egemenliğini merkeze koymak, o erki sürekli şekilde pekiştirmektir.
Aslında İsviçre’den alınan o kanunla elbette aile kurumu dinin vesayetinden kurtarılmış, dini nikah geçersiz sayılmış, çok kadınla evlenmek ve erkeğin tek taraflı boşanması (talak) yasaklanmıştı. Miras, şahıs hukuku, eşya hukukunda kadın erkek eşitliği getirilmişti.
Fakat bu böyleyken aynı kanun kadın erkek eşitsizliğini de yasal hale getirmiş, erkek egemenliğini yasal güvenceye almıştı. Kadının çalışmasını erkeğin iznine bağlayan, kocayı evin reisi olarak tanımlayan, kadına “ona yardım edip eve bakar” sınırlarında roller biçen bir yaklaşımdır bu.
O zamanın devlet-parti organik ilişkisinin temsilcisi olan CHP’nin gerek 1927 gerekse sonraki yaklaşımları bunun açık ifadesidir: “Toplumsal hayatımızda ailenin korunması ve sağlamlığı dayandığımız esastır. (…) Çocuk hayatı ile özel olarak ilgiliyiz. Bu suretle çocuk doğumlarını memleketin başlıca servet ve dayanağı addediyoruz (abç).”*
Bugünün dündekinden farkı, birinin dinci gerici diğerinin ise “modern”-Batılı argümanlara dayanıyor olmasıdır. Fakat her ikisinde de ortak öz, erkek egemenliğin üretilmesi ve güçlendirilmesi, kadına yeniden üretim rolü biçilmesi, sınırlarının-varlığının buna göre çizilmesidir. Bu farkın önemi elbette azımsanamaz ama özsel olarak aynı noktada buluştukları apaçıktır. Her ikisi de kadının sınırları ve ailenin tanımları noktasında kapitalizmin ihtiyaçlarını, erkek egemenliğinin mutlaklığını merkeze koyar. Her ikisi de aileye ulusçuluk-milliyetçilik ve bu ideolojilerin toplumsal olarak üretilmesinde aileye çekirdek rol vermek noktasında yolları kesişir.
Cumhuriyet’in o kuruluş yıllarında bile sosyalist-ilerici kadınların Medeni Kanun’u cılız da kalsa bu noktalardan eleştirip cinsler arasında “erke” dayalı hiyerarşik ilişkilerin yerine tarih sahnesine yeni çıkmış ve kadın hakları konusunda da devrimsel açılımlar yapıp pratiğe taşımış Sovyetler Birliği’ne yönlerini dönmeleri manidardır. Kadının ezilmişliği sorununun mevcut düzen içerisinde çözülebileceğinin mümkün olmadığının açık hale geldiği bugün bunun daha net çizgilerle ifade edilmesi, Cumhuriyet’in kuruluş paradigmalarına değil bugünü de yaratan o paradigmaların aşılmasının esas alınması kaçınılmazdır.
*Bu konularda Osman Tiftikçi’nin Notabene Yayınları’ndan çıkan Türkiye’de Kadınların Seçim Hakkı Mücadelesi çalışması derli toplu bir kaynaktır.