Yaşadığımız coğrafya, bir “Soykırım Coğrafyası.” 1915 Ermeni ve diğer Hristiyan halklara yönelik yüzyılın, ilk büyük suçu işlenmiş bizim coğrafyamızda. Birçok kadın soykırım sırasında öldürülmüş, tecavüze maruz kalmış, mezarlarına bile ulaşılamamış. Bu soykırımı gerçekleştiren Türk İslam sentezini temel alan resmi ideoloji Türkiye’de yerleşik rejimin, temelini oluşturmuş. T.C devletine hâkim olan rejim, aynı zamanda çok feodal, erkek egemen ve militer bir bakış açısına sahip. Bu nedenle rejimin en büyük mağdurları da kadınlar olmakta. Kadınlara yönelik, yoğun bir şiddet söz konusu. Böyle olmasına rağmen, 2005 yılına dek Türk Ceza Kanunu’nda kadına yönelik şiddet “bir bölüm başlığı” bile değildi. Yasada kadına yönelik şiddeti düzenleyen bölüm başlığı, “genel ahlak ve aileye karşı suçlar” idi. Yani kadın ahlakın ve ailenin bir “unsuru” idi sadece.
2005 yılında, kadınların mücadelesi ve o dönem Avrupa Birliği, “rüzgârları” nedeniyle, yasada değişiklik yapıldı. Ve kadına yönelik şiddet “cinsel saldırı suçları” başlığı ile yasaya girdi. Örneğin yine, 2005 yılına kadar, bir cinayetin “namus” nedeniyle işlenmesi, “otomatik indirim” sebebiydi. Yani, bizzat devlet “namus cinayetlerini” azmettiren konumundaydı. Bu madde değişti ancak, yazılı hukuk değişse de uygulamada ve anlayışta büyük bir değişiklik olduğu söylenemez. T.C devleti, kadına yönelik alanlarda birçok uluslararası sözleşmeye imza attı. Örneğin, “BM Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığı Önlenmesi” sözleşmesi. Bu sözleşme, yaşamın tüm alanlarında, kadın erkek eşitsizliğine son vermeyi bir görev olarak yüklüyor imzacı devletlere.
Bir başka çok önemli sözleşme ise “Avrupa Konseyi İstanbul Sözleşmesi”. Aslında bu sözleşme, bugüne dek kadına yönelik şiddeti ve toplumsal cinsiyetçi bakış açsını hedef alan en önemli sözleşme! İstanbul Sözleşmesi’nin, belki de en önemli yanı “örf adet anlayış ve namus bakış açısının” şiddetin gerekçesi yapılamayacağını tüm imzacı devletlere görev olarak yüklüyor. T.C devleti bu sözleşmeyi 2011 yılında imzalamasına rağmen gerek pratik hayatta gerekse yargıda sözleşmeyi uygulamıyor.
Coğrafyamızda, kadına yönelik şiddet çok yoğun yaşanmakta. Kadın cinayetlerinde büyük bir atış var. Ancak, bizler çok iyi biliyoruz ki, kadına yönelik şiddet politiktir. Devleti yönetenlerin kullandığı şiddet dili, şiddeti meşrulaştırma, kadına yönelik şiddetin artışında da büyük rol oynuyor. Gerek kendi iç hukukunda gerekse de imzalanan uluslararası sözleşmelerde, T.C devleti işkenceyi, yasak bir sorgu yöntemi olarak kabul etmiş. Ancak uygulamada işkence bir “devlet politikası” uygulanmaya devam ediyor. Çok sayıda kadın, gözaltında ev ve köy baskılarında, demokratik eylemlerde, cinsel işkenceye maruz kalıyor. T.C devleti, ne yazık ki “hukuk devleti” değil. Yazılı hukuk ile uygulama birbirinden farklı.
Yukarıda da belirttiğim gibi T.C devleti birçok uluslararası sözleşmeyi imzalamış. Ayrıca anayasasının, 90. Maddesi ile uluslararası sözleşmeleri iç hukukun üzerinde tutmuş. Ancak, pratik imzalanan uluslararası sözleşmeler uygulanmadığı gibi birçok sözleşme, savcı ve hakimler tarafından bilinmiyor bile. Bu nedenle de Avrupa Konseyi İstanbul Sözleşmesi’nin denetim mekanizması olan GREVİO, 2018 yılında Türkiye’yi eleştiren bir rapor hazırladı. Söz konusu raporda, kadın erkek eşitliği kadına yönelik şiddet, yerleşik “ahlak” anlayışı gibi konularda Türkiye’ye birçok eleştiri yapılmakta.
Özellikle, devlet kaynaklı cinsel şiddet konusunda coğrafyamızda büyük bir “cezasızlık” söz konusu. 1997 yılından bu yana resmi güçler tarafından cinsel işkenceye maruz kalan kadınlara avukatlık yaptığımız bir ofisimiz var. Bu ofise bugüne dek 758 kadın başvurdu. Failler genellikle asker, polis, korucu. Ancak iç hukukta cezalandıran tek bir fail bile yok. Ancak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde Türkiye’nin mahkum edildiği davalar var.
Aslında, kadına yönelik şiddetin uluslararası boyutunu da konuşmak gerekiyor. Savaşlar, kadına yönelik şiddetin en yoğun uyguladığı alanlar. Ancak geriye baktığımızda, 1. ve 2. dünya savaşlarından sonra kurulan Tokyo ve Nurnberg Mahkemeleri’nde (çok sayıda kadın şiddete maruz kaldığı halde) “kadına yönelik şiddet” savaş suçu olarak yargılanmadı. Ancak Bosna ve Ruanda’da çatışmalardan sonra kadınların ortak ve etkili mücadelelerin sonucunda kadına yönelik şiddet uluslararası hukuk da önem kazandı. Dünyanın her yerinde kadınlar şiddete maruz kalıyorlar. Bu nedenle ortak bir mücadeleye ihtiyaç var. Artık sosyal medya nedeniyle en uzaktakine bile ulaşmak, saniyeler ile ölçülüyor. Sermaye, nasıl küreselleşiyorsa, hak mücadeleleri de küreselleşiyor.
Kadına yönelik şiddet politiktir. Kadın haklarını savunmak, sadece kadın ve erkek arasındaki ezme ezilme ilişkisine karşı çıkmak değildir. Aynı zamanda ırkçılığa, feodalizme, militarizme de karşı çıkmaktır. Kadınların kurtuluş mücadelesinin yol almasının tek yolu kadınların siyasete katılımlarının arttırılmasıdır. Kadına karşı şiddete karşı mücadele kadın kurtuluş mücadelesi, çok uzun erimli bir mücadeledir. Ve tek başına değil çoğalarak başarıya varılacak bir mücadeledir.