İran’ın Ortadoğu savaşının koordinatörlüğünü yapan Kasım Süleymani’nin, içinde Heşdi Şabi’nin Başkan Yardımcısı ve Hasan Nasrallah’ın yardımcısı ile birlikte 3 Ocak’ta ABD tarafından suikastla öldürülmesi çok çeşitli ve yoğunluklu tartışmalara neden oldu, oluyor.
Olay bazlı değerlendirmelerin çokluğunun yanında hemen herkes kaygılı, endişeli ve olup biteni anlamaya, gelişmelerin nereye doğru evrileceğini, nasıl sonuçlar doğuracağını kestirmeye çalışıyor. Peki, gerçekten de ne oldu, neler oluyor?
Gerçekte bu olay da dahil her şey çoktan başlamış ve tüm hızıyla süren Üçüncü Dünya Savaşı kapsamında gelişmektedir. Kimilerinin endişelendiği gibi başlayacak bir dünya savaşından değil, çoktan başlamış olan bir dünya savaşından bahsetmek daha doğrudur. Bu dünya savaşı, sadece öncekilerden biraz daha farklı yöntemlerle sürüyor, o kadar.
1990’lı yıllarda Sovyetlerin yıkılmasından sonra, kapitalist modernite sisteminin hegemon güçlerinin kendilerine ‘yeni düşman’ bulmaları gerekiyordu. Çünkü onlar kapitalistti ve demokratik olmayan her iktidarcı modernite savaşa, düşmana ihtiyaç duyardı. Devletçi uygarlık sisteminin beş bin yıllık tarihinin neredeyse hiçbir yılının savaşsız geçmemesi de bundandı. Mevcut kapitalist modernite sistemi sürdüğü müddetçe, eş deyişle demokratik modernite güçleri mutlak hakim olmadıkça savaşsızlık hali de söz konusu olamayacaktır. Ne yazık ki savaş hep var olacaktır. Bu savaş hem hegemonya peşinde koşan iktidarcı güçler hem de tüm iktidar odaklarıyla toplumcu güçler arasında gerçekleşecektir. Tıpkı şu an olduğu gibi.
Sovyetlerin yıkılmasından sonra kapitalist modernitenin hegemon güçleri kendilerine yeni düşman olarak radikal İslamcı güçleri belirledi. Görünürde düşman bulunmuştu ama gerçekte bunlar bahaneydi. Gerçekte hegemon güçler, Ortadoğu coğrafyasını kendilerine yayılma alanı, bireyciliğe dayanan maddi kültürlerine karşı Ortadoğu’nun toplumsallığa dayanan manevi kültürünü ise temel düşman bellemişlerdi. Böylelikle bulunan bu düşmanla siyasi, ekonomik, askeri, kültürel, ideolojik savaş başlamış oldu. Uzun sürecek olan bu savaşta Çin, Latin Amerika gibi alanlara ilişkin de planlamalar elbette ki vardı, ama şimdilik esas olarak Ortadoğu’ya odaklanılmış durumda.
Bu savaşla kapitalist modernitenin hegemon güçleri, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ile oluşturdukları ama yarım bıraktıkları Ortadoğu sistemini çıkarları temelinde yeniden kurmayı öngörmektedir. Birinci Körfez Savaşı, Ortadoğu’nun tümüne yayılan her türden müdahale, PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesi, Kürt kapitalist modernitesi olan Başur yönetiminin güçlendirilmeye çalışılması, Afganistan işgali, Irak işgali ve ‘Arap Baharı’ döneminde gerçekleşen müdahaleler… hep bu savaş kapsamındadır. Özcesi Ortadoğu bir bütün halinde savaştadır ve bunun bir dünya savaşı olduğunu bilmek ve gelişmeleri bu çerçevede okumak çok büyük önem taşır.
İşte 3 Ocak suikastı da dahil İran’a ilişkin yaşananlar da bu kapsamdadır. İran’a uygulanan yaptırımlar, sonuçları yıkıcı olan ambargo, İran’daki halk hareketlerinin dış güçlerce desteklenmesi, 3 Ocak suikastı bu savaşta İran’ın payına şimdilik düşenlerdir. ‘Şimdilik’ diyorum, çünkü bunun arkasının gelmesi yapılan planlamalar ve esas alınan strateji gereğidir.
Kapitalist modernite sisteminin hegemon güçleri Şiilerin etkili hamisi İran’da, – Trump aksini söylese de – kesinkes iktidar değişikliği öngörüyorlar. Onlara göre İran kendi ulusal sınırlarının ötesine taşan etkisiyle hegemonik güçlerin yaptığı Ortadoğu planlamaları önünde büyük bir engeldir. Irak’ta tüm çabalara rağmen İran’ın etkisi nedeniyle istenilen düzeyde hakim olunamaması durumun özeti gibidir. İran’ın başta Şii alanları olmak üzere tüm bölgedeki bu önemli etkisinin yanı sıra İsrail’i ‘en büyük düşman’ olarak ilan etmiş olması, tasfiye edilmesi için yeterli bir nedendir. Zira İsrail kapitalist modernitenin Ortadoğu’daki çekirdek hegemon gücüdür ve Ortadoğu’daki her şey İsrail’in güvenliği düşünülerek yapılmak durumundadır. Nitekim Kasım Süleymani İran Devrim Muhafızları Ordusu’na bağlı Kudüs Gücü Komutanı idi. Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak ilan edildiğini ve bunun ABD şahsında hegemon güçlerce de kabul gördüğünü gözettiğimizde durum daha da iyi anlaşılır.
Etkisiz bir İran istenmektedir ve böylesi bir İran gerçekleşene kadar da bu güçler sıcak savaş da dahil savaşın her tonunu sabırla yürüteceklerdir. İran’da ya rejim değişecektir ya da mevcut rejim sınırlarına çekilen, etkisiz bir rejim olmayı kabul edecektir. Böylesi bir durumun mevcut rejim açısından ölüm anlamına geleceği açık olduğundan, bu rejim bu dayatmaları kabul etmeyecektir. Bu da kapitalist modernite güçlerinin İran rejimi ile yürüttüğü savaşın tırmanarak sürmesini kaçınılmaz kılacaktır.
O nedenle gerçekleşen olayı, ‘münferit’, ‘plansız’, ‘kendiliğinden’, ‘yakalanan bir fırsatın değerlendirilmesi’ şeklinde ele almak büyük bir hata olacaktır. Son derece planlı, programlı bir suikast olmasının yanında sistemik bir gerekliliktir. Sonuç olarak endişe duyulan şey gerçekleşecek, savaş daha da derinleşerek sertleşecek ve başta Kürtler ve Türkiye olmak üzere bölgedeki herkesi daha fazla etkileyecektir.