Tutuklu bulunan Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eşbaşkanı Selçuk Mızraklı’nın mektubumuza verdiği cevap, ‘kısmi’ sansüre uğradı, şiiri ise kayıp. Mızraklı: Labirentten çıkışı gösterilecek pusula sadece siyasi partilerin ilkesel-teknik düzeyde sağlayabileceği uzlaşıda aranmamalı. Asıl özne durumundaki demokratik toplum sürecin bir parçası olmalı
Gülcan Dereli/Hüseyin K. Akçadağ
Bir süredir cezaevindeki siyasetçilerle söyleşi serisi yapıyoruz. HDP önceki dönem Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’la başlayan söyleşi serimiz, Abdullah Zeydan, İdris Baluken ve Gültan Kışanak’la devam etti. Son konuğumuz ise Diyarbakır Büyükşehir Belediye Eşbaşkanlığı’na yüzde 62.93 oyla seçilen ancak daha sonra yerine kayyum atanan Adnan Selçuk Mızraklı. Diyarbakır’ın yakından tanıdığı ve sevdiği saygın bir hekim. Bu süreçte avukatlar aracılığıyla yaptığımız ilk iki söyleşiyi daha sonra mektuplar üzerinden sürdürdük. Ancak mektuplaşma oldukça uzun bir süre aldı. APS ile gönderdiğimiz mektuplar geç ulaştı, yanıtları daha da geç. Bunlara en son sansür de eklendi. Kayseri Bünyan 2 Nolu T Tipi Cezaevi’nde bulunan Mızraklı’nın mektupla gönderdiğimiz sorulara ilişkin yazdığı mektubun giriş kısmı sansüre uğradı. Ayrıca Mızraklı’nın mektubun sonuna eklediği şiir elimize hiç ulaşmadı. Mızraklı, bazı sorularımıza ise sonraki mektubunda yanıt verecek. Tabii eğer sansüre uğramazsa. İyi okumalar…
Bir hekimsiniz. Vaktiniz nasıl geçiyor, günlük yaşamınız nasıl seyrediyor? Koronaya karşı bir önlem alma imkanınız var mı?
Öncelikle ve özellikle sizlerden bu çabanın gelişmiş olması beni mutlu etti. Bulunduğumuz koşullar, son bir buçuk yıldır yaşadığımız pandemi süreci ile birlikte kaçınılmaz olarak daha izole ve daha zorlu bir hal aldı. Bu türden sorular ve yanıt aramalar, adeta bir soluk verme, yanı sıra ne için buralarda olduğumuzun hatırlanması ve hatırlatılması açısından oldukça yararlı olacaktır.
Dışarıda benimle yakın yaşayanlar benim bazı özelliklerimi bilirler. Günde bir öğün (akşam) yemek, içecek olarak demli çay, (şekerli) ve maalesef sigara (son bir yıldır yarım pakete düşürdüm) sabah erken kalkan ve herkesten önce işinin başında olan birisiyim. Belediyeye sabah 07.00-07.30 arası giderdim. Hastanede çalıştığım zaman da bu böyleydi. Doğal olarak burada sabah 7’de başlayan gün benim için olağandışı değil. Dışarıda her an nitelikli bir şeyler yapmalı der, öğle arası olmayan biri olarak işlerime devam eder, akşam eve dönüşüm 7-8 olduğunda erken olurdu. Son 18 yıldır yaz tatili de yapmamıştım. Hayatta ve sorumluluklarda kaçak güreşi hiç sevmedim. Tabii bunun en ağır yükünü de eşim ve çocuklarım çektiler desem yeridir. Şimdi burası benim için değişti mi, hayır. Okumalar, notlar, kısa yazılar, şiirlemeler, sohbetler, günlük bakımlar, (Çamaşır makinası yok ama 50 sene önce annemden gördüklerimi taklit ediyorum), mektuplaşmalar, sakın volta atmıyor musun demeyin. Hesaplarıma göre 7×6 metrelik havalandırmayı hipotenüsü kullanınca 9 metreyi geçiyor, voltalıyorum. Anatomi bilgisi ile donanmış ilginç eklemelerle beziyorum. Mizah ve espri yeteneği zaten oldukça güçlü olan koğuş arkadaşlarıma epey malzeme üretiyorum. Bana fazla takılacak olurlarsa ihtiyar çenemi açıyorum ve konferans başlıyor. Gençler de konferansa maruz kalmamak için dokundurmalarını sınırlandırıyor.
Koğuşumuzun tutuklu koğuş olması nedeni ile zaman zaman gidenler ve gelenler oluyor. Gelenlerle zenginleşiyor, gidenlerle yoksullaşıyoruz. Bizim mahallelerde en değerli olan insan, tahliye olsa bile buruk bir sevinç hali oluyor ama hükümlüye geçiyorsa işte o zaman ağır bazlı ve bolca politik şarjlı dirayet ve metanet konuşmaları yapıyoruz. Gencecik insanların siyasal gerekçelerle yaşadıkları ömürden daha fazlası ile hükümlendirilmeleri duygularımın negatif kutbunda yükselmeler yaratıyor. Yaşlandıkça insanların daha çok sinirlerine sahip olduğu sanılır ama ya otonom sinir sistemi, hele hele gözyaşı bezlerine gidiyorsa…
İki gazete alıyoruz. (Birgün ve Karar). Gazeteler dezenfeksiyondan sonra bir gün gecikmeli olarak veriliyor. Zihniyeti ve yayıncılığı steril olmasına rağmen maalesef gazetemiz ve Evrensel duvarlardan bu tarafa geçemiyor…
Avukatlardan öğrenebildiğim kadarıyla kadın cezaevinde Covid geçirenler oldu. Fakat benim bulunduğum tarafta hastalanan olmadı. Biz de buranın ölçekleri çerçevesinde bol çamaşır sulu, bol sabunlu yaşam düzenine geçtik. Dışarıdan gelen malzemeler çerçevesinde cezaevinin aldığı tedbirler oldukça tatminkar düzeyde. Bu dünyanın en önemli problemi tıbbi yardım olması gereken, akut ya da kronik sorunları olan mahpusların yeterli desteği alamaması.
Haftada bir günümü İngilizcemi unutmamak, Kurmancimi geliştirmek için kullanıyorum.
Kitap çalışmanız var mı? Biraz anlatır mısınız neler okuyorsunuz?
Notlarımı, kısa yazılarımı (değerlendirme ve çözümlemeler) bir araya getirince inatçı bir editör belki iki kitap bile çıkarabilir. Tatminkar bir içerik, yeni ve güçlü bir ifade, geçmişten çok yarına ışık tutabilecek belirleme ve öngörüleri barındırmadığı sürece de çok anlamlı bulmuyorum. Gazetelerde çıkan değerlendirme yazıları ya da makalelerle karşılaştırıyorum. Çoğu kez birkaç gün sonra benzeri yazılar hatta bazen metaforlarına kadar uyan değerlendirmelerle karşılaşıyorum. Ama bütün bunlar beni bir kitap için yeterince motive etmiyor. Benim tarzımda yazacak birisinin rahatlıkla ulaşabileceği bir arşivin müşavere yapabileceği bir ortamın, iletişim kısıtlarının olmaması gerekiyor. Bunların hiçbirine sahip değilim. Hikaye veya roman tarzı bir çalışma için de gerek dilim gerekse de zihnim ve hayat dünyam yeterli değil diye düşünüyorum. Sadece cevapların sonuna küçük bir şiir denemeleri ekleyeceğim. Biz hekimler hacimli, büyük, çok sayfalı kitaplara alışkın olduğumuz için cesurca kitabın üzerine gideriz. Bu meziyeti burada fazlası ile gerçekleştirme fırsatım oldu. Otuz küsur bin sayfa okudum desem az söylemiş olurum. Bazen bilmek, bazen keyiflenmek için okurum. Şu an keyifle okuduğum yazarlardan Tanıl Bora’nın “Cereyanlar” kitabını okuyorum. Arkadaşlar sağ olsun beni kitapsız bırakmıyor, hatta Orhan Pamuk’un elinizden bırakmamacasına okuyacağınız “Veba Geceleri”ni iki ayrı arkadaşım da göndermişti. Başladım ve bitirdim. Sırada Zülfü Livaneli’nin Balıkçısı olacak.
Memleket meselelerine gelirsek siyaseten ve ekonomik olarak Türkiye nereye gidiyor ‘içeri’den bakınca?
Ben bu soruyu farklı okumak istiyorum. Benim kuşağım ekonomiyi yekpare okumaz daima ekonomiyi politik olarak okur. Bunun yanına siyaset yapıcı diğer bütün yapıları, sivil toplum yapılanmalarından, örgütlü yapılar; gençlik ve kadın örgütlenmeleri hatta günümüz için sosyal medyayı bile eklemek mümkün. İşte tam bu soruya verilecek düzgün bir manzumeye çevirecek olsak bir kitap çıkar. Bunu kısa cevaplamak da oldukça zor, bir şeyler eksik kalacak. 35-40 sene önce Türkiye’de şimdiye benzer şekilde banker krizleri yaşanıyordu. Kastelli gibi namlılardan olan Baker Yalçın üzerine “Yalçın nereye koşuyor” diye bir kitap yazılmıştı. Bizim kahramanımız ne yazık ki koşmayı bırakın geri geri gidiyor. Ne yazık ki bu geri geri gitme hali sadece iktidar ile de sınırlı değil. Labirentten çıkışı gösterilecek pusula sadece siyasi partilerin ilkesel-teknik düzeyde sağlayabileceği uzlaşıda da aranmamalı. Asıl özne durumundaki demokratik toplumsal yapılanmalar da sürecin bir parçası durumuna getirebilmeli ve ortaklaştırılmış bir tutum belgesi (Demokrasi ve insan onuru esaslı olacağı için Demokratik Onurlu Gelecek İçin Uzlaşı Manifestosu-Doğum) çıkarabilmelidir.
2015 1 Kasım seçimleri akşamı Gün TV’de seçim sonuçlarını değerlendirirken Almanya’nın 1933 seçimlerine gönderme yaparak anakroni yapmıştım. 15 Temmuz 2016 gecesi saat 22 civarında 1913’teki 31 Mart hadisesi ve sonrası gelişmeleri işaret ederek anakroni yapmıştım. Mahkemelerde yaptığım değerlendirmelerde de yaşanılan durumu 2. Cumhuriyet olarak yorumlamıştım. Niye bunları söyleyerek başladım. Çünkü bu dönemde her şey çok çıplak oynanıyor. Öngörü için de medyum veya müneccim olmaya gerek yok. Bugünlerde söylenen “Bunlar daha iyi günlerimiz” sözlerini anlamak ve önemince cevaplamaya hazır olmak gereklidir diye düşünüyorum. Şu kadar kilometrekare toprak kazandık zihniyetini ve programını iyi kavramak gerekir. İktidar bileşenleri ve destekçilerinin temsil ettikleri sınıf ve tabakaları iyi etüt etmek gerekiyor.
Bu ülkede kamu kaynakları pervasızca, hoyratça bazı kişilere peşkeş çekiliyorsa, özel yasalarla rant tahsilatları yapılıyorsa, genel bütçenin dışında denetimden vareste fonlar-vakıflar oluşturuluyorsa, kara para ekonomisi ekonominin destek unsuruna dönüşmüşse, on milyonlarca kent ve kır yoksulu sefaleti yaşarken, kıt kaynaklar bile bir avuç yandaşa aktarılıyorsa, tuz da kokmuştur, tuzun çıktığı deniz de kokmuştur, müsilaj kaplamışken Marmara’da ortaya çıkan müsilaj doğa tahribatının boy aynası, ya insana yapılanlar?!!
HDP’yi kapatma tartışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ah şu siyaset! Aydınlar! Ve aklı eren herkes HDP’nin üzerinde 2014’ten bu yana sallanan kılıcın HDP’yi kesmeyeceğini ama demokratik siyaset kulvarlarını ve itiraz kanallarını keseceğini öngörebilseydi. Başta siyaset kurumu olmak üzere ahlak sahibi her yurttaş “kendine Müslüman” olmayı bir kenara koymalı. Demokrat, devrimci, yurtsever, bir taban dinamiği sonucu ortaya çıkmış bir parti kapanmaz. Ayrıca içine de kapanmaz. Cervantes’in kahramanı Don Kişot gibi yel değirmeninin var olması ihtiyacı da cabası. HDP siyaseti toplum-politika-ahlak üçgeninde olgunlaşan, zamanın ruhunu ve ihtiyaçlarını karşılayan, toplumsallığın en diri kesimleri ile geliştirilen umut ve güvenin tarifidir. HDP otokratik-bürokratik-pragmatik bir parti değil, aromatik, organik ve demokratik bir partidir. Temsil ettiği toplumun bütün güçleri ile beraber söz-temsil ve karar süreçlerine en geniş katılım ile kendini var etmiştir.
Anayasa Mahkemesi’nin bunu ele alma biçimi ve vereceği kararların da ülke tarihi açısından virgül koyma anlamı taşıyacağı açıktır. Anayasa değerleri, uluslararası temsil hukuku ve Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler ve Venedik Komisyonu gibi akreditasyonu önemli hukuk organları çerçevesinde doğru ve adil bir yaklaşım gösterilmesi gerekiyor. Hukuk/yargı ülkemizde her zaman siyasetin sınırlarının ve biçiminin belirlenmesinde etkili olmuştur. Yargının diğer kademelerinde günümüzde yaşananlar herkesçe aşikar. Fakat söz konusu olan anayasa yargısı olduğunda bu işin pek kolay olabileceğini düşünmüyorum. Bu karar birçok yansıması ve cephesi ile de turnusol bir karar olacaktır.
Yargıyı araçsallaştırarak meşruiyet üretilemez, vicdanlar tatmin olmaz.
Deveye sormuşlar…
İktidarın pandemi sürecindeki uygulamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Başından bu yana bu sürecin yürütülmesine ilişkin hekim olarak tıbben, belediyeci olarak önleyici uygulamalar, dayanışma ve sosyal psikoloji açısından, siyasetçi olarak toplumun sosyo-ekonomik olarak bağışıklıklanması üzerinden çok çok şey söylemek mümkün. Sadece bir şey hatırlatayım. Müsilaja yol açan anlayışla pandemiyi yöneten anlayış aynı idi. Aklıma ilk gelen kelime “kaos” oluyor. İkincisi biyopolitik, üçüncüsü liyakat ve samimiyet yoksunluğu. Dördüncüsü pandemiyi bile bir lütuf olarak gören ve siyaset programlarını toplumun hareketsiz kılındığı ortamda sessizce uygulamaya koydular. Çok uzatmayayım, deveye sormuşlar “Neden boynun eğri?” o da cevaplamış, “Nerem doğru” diye. Pandemi sürecinin vebali çok büyüktür. Bir can bile çok değerliyken her gün Soma madeninden daha fazla can vermenin elbet bir gün muhasebesi yapılacaktır.
Apê Musa’nın takipçilerini özlemle, sevgiyle kucaklıyorum. Sağlık ve iyilik sizlerden eksik olmasın. Serkeftin.