Uğur Yılmaz*
“Düşünebilen varlık” da denilen ve ilk ebeveynleri Havva ve Âdem olan biz insanların başka bir tanımı da mikrokozmostur. Gerek anatomiksel gerekse de sosyal yaşam gereği “küçük evren” demek yerinde bir deyim. Yanı sıra doğanın bir parçası olduğumuz için doğa ile senkronize yaşam mucizeleri pek de şaşırtıcı değildir.
Doğa ana döngüsünü düalizm üzerine oturtarak sürdürür. Gecenin zifiri karanlığı, neharinin yakıcı aydınlığı –yılın bir bölümü bunaltıcı sıcak, diğer bölümü üşüten ayaz- yaşamın sürdüğü kimi yerlerde sislerle sevişen dağ manzaraları romantizm sunarken, yaşamın devam ettiği kimi yerlerde de urağan ve siklon gibi güçlü fırtınalar yaşamı sonlandırıyor.
Yeni fidanlar çiçek açarken, kuruyup giden yıllanmış ağaçlar, tıpkı ezan ile sela arasındaki diyalektik gibidirler. Bir ağaç ölüme gözyaşı dökerken, gözyaşının döküldüğü yerde körpe fidanlar boy verir.
Elbette doğa ananın görkemi, mitsel tılsımı şaşırtıcı değildir.
Belirtilen örnekler sadece birkaç tane olup, liste uzayıp gidiyor.
Özne, nesne, element veya herhangi bir fiil ak ve kara gibi kendi tezatlarını oluşturup, eşyanın ruhuna uygun şekilde yaşıyorlar ya da böyle yaşayabiliyorlar.
Steril yağmurların durmasıyla yaşam tazeleyen ve canlılarını doğurmaya başlayan doğanın hiçbir eyleminde paradoks saptanamazken tılsımlı anlamlar, bilimce açığa çıkmıştır. Ne var ki doğanın bir ürünü olan Havva ardılları insanlar, doğasından bir hayli uzaklaşmış ve her ırak düşüşünde de tuhaf paradoksları artarak devam etmiştir.
Havva ana Kabil’i ve Habil’i doğurdu, belki bilinçsizdi, belki gelecekten habersizdi. İkisi de tanrıya çalışıyor, kusurda noksana yer vermiyorlardı. Ama Kabil kardeşi Habil kadar becerikli değildi. Tanrı Habil’i daha çok sevmişti, hizmetinden de daha çok memnundu. Bu durum kibrin doğmasında yol açtı. Kabil kibirlendikçe kibirlendi. Tanrının Habil’i daha çok sevmesine daha fazla seyirci kalamazdı. Ayın karanlık yüzünün gösterdiği bir gündü. Gelecek kardeş kanının dökülmesiyle tanışacaktı. Cehennem kapısı ardına dek açılmış, ateş hiç olmadığı kadar gürlenmişti.
Kabil düşmüştü artık haset izbesinin pençesine… Öyle ki acımadan, öfkeyle akıttı Habil’in kanını… Habil yerde cansız, Kabil ayakta; öfkeli ve mağrur. Tanrı istemeden de olsa Kabil’i Habil’e kışkırtmıştı.
Böylece yaşam haset ile tanışmış oldu. Bu haset, günü geldiğinde Yakup’un oğlu Yusuf’u kardeşleri tarafından Çah-nishan’a atan haset olacaktır.
Doğa ananın doğasında suçluluk hissi yoktur, olsa da elinden bir şey gelmez. Çünkü pandoranın kutusu açılmış, haset denilen canavar insan resminde tezahür etti.
Doğdu, yaşadı, üredi; yaktı, yıktı, viran eyledi binlerce yıl Kabil’in hasetinden beslenen; ikiyüzlü riyakarlar, bin yüzlü alçaklar, gölge kadar yakın ihanetçiler, kendi türünü yok sayan faşistler, tepeden bakan jakobenler, kan içen vampirler; aktı da aktı gözyaşları, sel oldu, deryalara karıştı. Ağıtlar, sessiz çığlıklar, can veren kanımız, hayat bulan ruhumuz vuruldukça vuruldu.
İnsanın doğadan koptuğunu söylemiştim metnin başında. Şimdi ise insan için ‘’insanlıktan koptu’’ demeyi daha doğru buluyorum. Hayvandan tanrıya uzanan yolculuğun pişmanlığını yaşayacak kadar cesur olamayacağız. Çünkü tanrılaşan insanı kendisi değil kibri yönetir. Arzularımızı, düşüncelerimizi ve zihniyetimizi deryasında kapıldığımız ve tanrısı Kabil olan haset, nefret, kin gibi duygular belirler.
Elbette sadece çoğalan Kabil’ler değildir. Habil’ler de var oldu ve çoğaldı. Kabil’den beslenenler ona liyakatle yürüyen vampirler, durmadan saldırdılar, biz Habil’ler vira direndik. Yok saydılar varlığımızı, zihnin şelalesinde bilinç tazeleyip var olduk. Ağıtlarımıza kahkaha attılar, ağıtlarla akan gözyaşlarıyla büyüttük taze fidanları.
Karanlıkta pusu attılar gençliğimize, hamimiz oldu güneşin umutlu huzmeleri. Bakıp durdular bakışlarımıza, içimizdeki hayatı görmeden sapladılar kahpe kurşunları bedenimize, içindeki ruhu, beynimizdeki fikirleri, taştan iradeyi görmeden…
Habil’dik özgürlük istedik, Kabil’diler kardeş kanına girdiler…
Tarih, mitlerin çocuğudur. Doğru olan da doğrudur ta ki yeni doğrular kanıtlanana dek. Biraz saptırılır, biraz tadilata girer, biraz da savaş sevicileri tekeline koyarak değiştirir, yine de var olan bilgiye tarih deriz. Geçmiş bugünün, bugün yarının tarihidir. Gerek okuduğumuz tarih kitaplarında gerek pejmürde gazete kupürlerinin köşelerinde veya sanatın, roman, opera, tiyatro, sinema gibi dalların temalarında Kabil veya Habil gibi tasvirlerde yolumuz kesişir. Sancılı fikirleri olanın facialı pratiği olur. Kabil’den beslenenler de bu olağan olur.
Doğru düşün, doğru konuş, doğru yap salıklarına riayet edenler de Habil olanlardır. Kabil’ler tanrı için kan akıtırlar, Habil’ler kan akmasın diye tanrıya yalvarırlar; Kabil’ler, lüks yaşamı sever ve kutsar. Habil’ler, yaşama anlam biçerek yaşarlar. Kabil’ler aynı sofrada ekmek yediklerine ihanet ederler. Habil’ler ihanetin adaletini namluya yüklerler.
En önemlisi; Her yönüyle yaşamı kirletenlerdir zalim Kabil’ler. Yaşamı uğuruna ölecek kadar çok sevendir Habil’ler, direnenler…
Doğa ana binlerce zihinde muhtelif temalarla işlenmektedir. Bence en önemli tema doğanın başına gelmiş geçmiş en büyük felaketin insan olmasıdır.
Habil ve Kabil’i yarattı doğa ana, sonra bu ikiliden tanrının yardımıyla haset, kibir ve nefret doğdu… Dediğim gibi bazen bir gazetede yolumuz kesişir Habil’ler ve Kabil’lerle.
Bu makaleyi edebiyat kıvamında ele alırken, son okuduğum kitabın epizodundan da örnekler vermek istiyorum.
2021 yılının Şubat ayında Dersim Araştırma Merkezi (DAM) tarafından yayımlanan ve yazarı değerli arkadaşım Engin Doğru olan, kitabın adı da “Ateşten yaşamlar”dır. Bu kitabı okurken en çok dikkatimi çeken Renas adlı bir karakterlerle tanışıyorum. Faşizmin işkencehanelerinde alçakça işkencelere rağmen insanlık onurunu koruyup ve ser verip sır vermiyor inancından, iradesinden bir an taviz vermeyi düşünmüyor. Bedenine en acımasız işkenceler yapılmasına rağmen faşizm Renas’ın içindekilere ulaşamıyor. Renas, Habil’in timsali tasvirini hak ediyor, bizlere salt et ve kemikten yaşamadığımızı, fikirlere faşist işkencelerin işlenmediğini taştan iradeyle göstermektedir.
Öte yandan; Osman adında Renas’ın tezatı denilebilecek bir karakterin, kişiliksizliğini okuyoruz ki adeta kişiliksizliğin, ilkesizliğin kısa bir özeti olup, “Kardeşim” dediği Renas’a ihanet ediyor, kanına elini bulaştırıyor; böylece Kabil olarak kötülüğü resmediyor.
Yoldaş diyoruz, arkadaş diyoruz; aynı sofrada ekmek yiyoruz, ihanet etmeyeceğiz diyoruz. Tüm bunlara rağmen Kabil’ler bir yerden zuhur ediyor.
Sevgili arkadaşım Ergin Doğru da kitabında ihanetçiyi ve direnişçiyi ele alırken, Kabil ve Habil’i resmetmekle kalmıyor, entelektüel birikimiyle, didaktik kalemiyle, kıvrak zekasıyla bilgiye aç insana son yarım asrın ve Dersim’in trajik tarihini de damıtıyor.
Elbette kitap salt Renas ve ihanetçi Osman üzerinde seyretmiyor. Nitelikli bir yazar olduğu için toplumsal hafızayı diri tutmayı başarmış. Yanı sıra yaşamın anlamı olan aşkı, Nevres’de anlatmış; topluma olan hakikat aşkını da Ali’de çözümlemiş.
Ali’ye aşık olan Nevres, aşkına saygı duyuyor ve peşinden gidiyor hem de yorulma nedir bilmeden. Ali ise topluma aşıktır, yaşamını kavgaya ayırmış bir devrimcidir. Nevres’in Ali’ye olan aşkı, Renas ve Ali’nin topluma olan aşkı bitmeyen bir roman gibidir. Tıpkı Habil’lerin insanlık onuruna ve toprağa olan aşkı gibi.
*Gazeteci, Elazığ Karakoçan K1 Tipi Cezaevi