Kapitalizm emperyalizm peydahlamadan, emperyalizm savaşsız, hegemonya da düşmansız yapamaz. Eğer düşman yoksa, bir şekilde yaratılır… Savaş sonrasında düşman Sovyetler Birliği’ydi. Oysa, Sovyetler Birliği’nin herhangi bir yayılmacı emelleri yoktu. Emperyalist savaş sonrasında kızıl tehlike söylemi iyi iş gördü. Fakat 1980’li yılların sonunda Sovyet Sistemi’nin çökmesiyle düşmansız kaldılar. Ne yapacaklarını şaşırdılar
Fikret Başkaya
ABD, İkinci emperyalist savaşın sonunda tartışmasız bir hegemonik güç haline geldi. O kadar ki, bir başına dünya sanayi üretiminin yarıdan fazlasını sağlıyordu… Emperyalist savaşta Almanya, Japonya, İtalya çökertilmiş, İngiltere ve Fransa da büyük kan kaybına uğramışlardı… Rotayı ABD’nin belirlediği, İngiltere, Fransa ve Japonya’dan oluşan yeni bir hiyerarşi ortaya çıktı. Samir Amin ona kollektif emperyalizm diyecekti…
Kapitalizm emperyalizm peydahlamadan, emperyalizm savaşsız, hegemonya da düşmansız yapamaz. Eğer düşman yoksa, bir şekilde yaratılır… Savaş sonrasında düşman Sovyetler Birliği’ydi. Oysa, Sovyetler Birliği’nin herhangi bir yayılmacı emelleri yoktu. Emperyalist savaş sonrasında kızıl tehlike söylemi iyi iş gördü. Fakat 1980’li yılların sonunda Sovyet Sistemi’nin çökmesiyle düşmansız kaldılar. Ne yapacaklarını şaşırdılar, İslamî terörü keşfedip rahatladılar. Geride kalan yaklaşık 30-40 yılda İslamî terör söylemi iyi iş gördü… Lâkin İslamî Terör dediklerini de kendileri peydahladılar… Cihatçı denilen unsurları eğittiler, donattılar, finanse ettiler ve sahaya sürdüler. Sonra da kendi yarattıklarıyla güya mücadele ettiler, hür dünyayı büyük bir beladan kurtardılar… Terörle mücadele söylemi, devletleri çökertmenin, toplumların dokusunu parçalamanın etkin bir aracıydı…
Maalesef insanlar her söylenene, her duyduklarına inanmak gibi temelli bir körlükle malûl. Kapitalist-emperyalist bir gücün asla demokrasi diye bir kaygısının olmayacağı, tam tersine demokrasiyi engellemekte çıkarı olduğu hiçbir zaman gerektiği gibi sorun edilmiyor… ABD’nin ve bir bütün olarak kolektif emperyalizmin varlığı, dünyanın geri kalanında demokrasinin yerleşmesine değil, boğulmasına, ezilmesine bağlıdır… Gerçekten demokratik bir ülkeyi sömürmek, beşerî ve doğal kaynaklarını yağmalamak, talan etmek, itip-kakmak mümkün olmayacağına göre…
ABD Başkanı Joe Biden, 9-10 Aralık’ta, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 73’üncü yılında 28’i NATO üyesi, 111 ülke yöneticisinin ve ‘sivil toplum örgütlerinin’ katıldığı zoom’lu zirvede yaptığı konuşmada, “demokratik değerleri savunmak, ulusumuzun DNA’sında mündemiçtir [içerilmiştir]” demiş… Doğrusu ABD tarihini birazcık bilenler ve geride kalan yaklaşık 70 yılda işledikleri insanlık suçları hakkında malûmat sahibi olanlar için rahatsız edici bir söylem… Aslında ‘gerçek’, tevatür edilenden çok farklıydı… Nitekim, ABD’nin 1945’den bu güne, 30’dan fazla Asya, Afrika, Avrupa ve Latin Amerika ülkesinde çıkardığı savaşlarda ve peydahladığı hükümet darbelerinde 20-30 milyon insan öldürüldü… 100 milyon kadarı yaralandı ve çoğu sakat kaldı… Yüz milyonlarcası da savaşların yan etkilerine, açlık, salgın hastalıklar, zorunlu göçler, kölelik, sömürü, doğal çevrenin tahribine maruz kaldı… Sadece kanlı Kore, Irak ve Vietnam savaşlarında ABD silahlı kuvvetleri 10-15 milyon insanın ölümünden doğrudan sorumluydu… Endonezya’da 1965’de ABD tarafından peydahlanan kanlı darbede, 500 binle 3 milyon arasında insanın katledildiği tahmin ediliyor… CIA’nın 5000 komünist militanın ve muhalifin isim listesini katil sürülerine verdiği de söyleniyor…
Aslında uzağa gitmeye gerek yok: “demokrasi aşığı” Joe Biden, 2001’de Senato dış ilişkiler komisyonu başkanıyken, dönemin ABD başkanı Bush’un Afganistan’a saldırı ve işgal kararını desteklemişti… Aynı şekilde 2002’de de başkan Bush’un Irak’a saldırı ve işgal kararını desteklemişti. 2007’de de Irak’ın parçalanması, Sünnîler, Şiiler ve Kürtler arasında üçe bölünmesini öneren planı Senato’ya sunmuştu… Fakat hepsi bu kadar değil, 2009-2017 döneminde Obama’nın başkan yardımcısı olarak, Libya ve Suriye savaşlarının ve Ukrayna’da darbe girişiminin planlayıcısıydı… Bütün bu kararlarda aktif rol almıştı…
Gelelim ‘içerdeki demokrasiye’… İstatistikler ABD’de her yıl silahsız, çoğu Latin ve Asya kökenli 1000 kadar sivilin öldürüldüğünü ortaya koyuyor… Demokrasi şampiyonu ABD, WikiLeaks’in kurucusu, ABD’nin savaş suçlarını teşhir eden gazeteci Julian Assange’ı, 175 yıl hapis cezasına çarptırmak için yoğun çaba harcıyor… Julian Assange 2010’dan beri İngiltere’de hapis… [Maalesef dünya ‘demokratik kamuoyunun’, J. Assange’a sahip çıkmakta sınıfta kaldığını söylemek gerekiyor]… Velhasıl J. Assange’a suçu- ayıbı açık etmenin bedeli ödetiliyor… Halen ABD sınırını aşıp ‘özgürlük ve demokrasi ülkesine’ geçmeye çalışan 30 bin göçmen, sınırı geçme suçu işledikleri gerekçesiyle gayri insanî koşullarda hapseldilmiş durumda…
Bu arada 6 Aralık’ta İngiltere’de de “Dezenformasyona karşı demokrasiyi savunma” “hazırlık zirvesi” gerçekleşti… Aslında bu, sözde demokrasiyi koruma retoriğiyle, sosyal medyayı hizaya getirme operasyonundan başka bir şey değil… AKP de bu konuda hazırlıklarını sürdürüyor… Yakında bir gece vakti saraydan çıkan kanun teklifi, jet hızıyla Meclis’ten geçer… Tabii demokrasinin bir gereği olarak… Nitekim cumhurbaşkanı RTE, geçtiğimiz günlerde İstanbul’da yapılan Uluslararası Stratejik İletişim Zirvesi’ne gönderdiği video mesajda: “Özellikle sosyal medya mecralarının yaygınlaşmasıyla birlikte yalanın, üretilmiş haberlerin, dezenformasyonun hızla yaygınlaştığını görüyoruz. İkili bir denetim mekanizmasının olmadığı bu mecralardan yayılan bu tarz haberler sebebiyle milyonlarca insanın hayatı kararmaktadır. İlk ortaya çıktığında özgürlüğün sembolü olarak nitelenen sosyal medya, günümüz demokrasisi için ana tehdit kaynaklarından birine dönüşmüştür. Yükselen dijital faşizm ve yalan haber furyası karşısında bizim gibi dünyanın gelişmiş demokrasileri de teyakkuz halindedir”, diyor…
Aslında Joe Biden’ın ‘demokrasi zirvesine’ davet edilenler listesi de sorunlu… Rusya ve Çin davetliler listesinde zaten yok ama kimin neden, hangi kriterlere göre davet edildiği de muamma… Mesela Brüksel’e (AB’ye) sorun çıkaran Polonya davet edilmiş ama Macaristan Başkanı Orban listede yok… Türkiye bir NATO üyesi olduğu halde yok ama, Brezilya, Pakistan, Filipinler var… Filipinler, Sivil Toplum Örgütü Freedom House tarafından demokratik ülke sayılmadığı halde… Aslında, listeye ABD’nin yakın ve orta vadede ‘müttefiki olma ihtimali’ olan ülkeler dahil edilmiş görünüyor… Çinliler, zirvenin gerçek amacının “ABD’nin jeopolitik ajandası için demokrasi retoriğinin araçlaştırılıp, bir silah haline getirilmesi…” olduğunu söylerken haklılar…
Coranavirüs pandemisi dünyayı kasıp-kavururken, etkili-bilimsel önlemler alınmazken, “demokrasi şovu” pek işe yaramamış olmalı ki, Biden daha etkili olacağını düşündüğü bir önleme başvurdu: Pekin Kış Olimpiyatları’nı boykot etti… Boykot gerekçesi de Çin’in Özerk Uygur Bölgesi’nde jenosit yapması, insanlık suçu işlemesi … Orada olup-bitenlerin gerçekten jenositle bir ilgisi var mı? Ona kim neye göre karar veriyor? Jenosidin bir tanımı yok mu?
Aslında ‘Demokrasi Zirvesiyle’ iki şeyin amaçlandığını söylenebilir: Rusya’nın ve Çin’in şeytanlaştırılması ve zirveye katılan ülkelerin ABD’nin safında konumlanmasını sağlamak…
Karartma bana ait…