İran, gelişmiş Batı’nın bir parçası değil ve protestocuların “Jin, Jiyan, Azadî” (“kadın, yaşam, özgürlük”) sloganı #MeToo veya Batı feminizminin bir dalı değil. Milyonlarca sıradan kadını harekete geçirmiş olsa da çok daha geniş bir mücadeleye hitap ediyor
Slavoj Zizek*
Kadınların merkezinde olduğu dört olay geçtiğimiz ay boyunca manşetlerdeydi: Giorgia Meloni’nin İtalya’daki seçim zaferi, Kraliçe 2. Elizabeth’in ölümü ve cenaze töreni, Kadın Kral filminin gösterimi ve Jina Amini’nin (Mahsa Amini) ülkenin ahlak polisi tarafından öldürülmesinin ardından İran’da patlak veren yaygın protestolar. Birlikte ele alındığında bu dört olay, siyasi alanın temel özelliklerini vurgulamaktadır.
Solun liberal demokrasinin krizine yeterli yanıt veremediği Avrupa’da yeni sağcı hükümetlerin yükselişi şaşırtıcı değil. Ancak kadınların bu hareketteki merkezi rolü henüz hak ettiği ilgiyi görmedi. Fransa’daki Meloni ve Marine Le Pen gibi sağcı liderler, kendilerini geleneksel ana akım eril teknokratlara karşı daha güçlü alternatifler olarak sunuyorlar. Hem sağcı sertliğini hem de bakım ve aileye odaklanma gibi genellikle kadınlıkla ilişkilendirilen özellikleri cisimleştirerek “insan yüzlü bir faşizm”i temsil ediyorlar.
Şimdi de 2. Elizabeth’in cenaze töreninin televizyonda yayınlanan gösterisini düşünün, ki ilginç bir paradoksu vurguluyor: İngiliz devleti eski süper güç statüsünden giderek uzaklaştıkça, İngiliz kraliyet ailesinin emperyal düşlere ilham verme yeteneği azalmak yerine artıyor. Bunu gerçek iktidar ilişkilerini maskeleyen ideoloji olarak görmemeliyiz. Daha ziyade, monarşik fanteziler, iktidar ilişkilerinin kendisini yeniden ürettiği sürecin bir parçası oluyor.
2. Elizabeth’in ölümü bize saltanat ve hükümranlık arasındaki modern ayrımı hatırlattı: Saltanat sadece törensel görevlerle sınırlıdır; monarşinin şefkat, nezaket ve vatanseverlik yayması ve siyasi çatışmalardan uzak durması beklenir. Bu nedenle, hükümdarlar ideolojinin aşkınlığını değil, en saf haliyle ideolojiyi temsil eder. Yetmiş yıl boyunca, 2. Elizabeth’in rolü devlet iktidarının yüzü olarak hizmet etmekti. Ölümünün Başbakan Liz Truss’un iktidara gelmesiyle çakışması bir rastlandı olabilir, ancak aynı zamanda Kraliçe’den Kadın Kral’a geçişin de derinden bir sembolü oldu. Truss, yeni rolünde, enerji sübvansiyonlarını zenginler için vergi indirimleriyle karıştırarak, solun altını kısmen boşaltmış oldu.
Gina Prince-Bythewood’un Kadın Kral filmi de monarşinin politik mantığını ele alır. Batı Afrika krallığı Dahomey’i on yedinci yüzyıldan on dokuzuncu yüzyıla kadar koruyan tamamen kadınlardan oluşan bir savaşçı birliği olan Agojie üzerine tarihi bir destanı anlatan filmde, kurgusal general Nanisca’yı Viola Davis canlandırıyor. Nanisca, sadece 1818’den 1859’a kadar Dahomey’i yöneten ve saltanatının sonuna kadar Atlantik köle ticaretiyle iştigal eden gerçek bir şahsiyet olan Kral Ghezo’ya bağlıdır.
Filmde, Agojie’nin düşmanları arasında Santo Ferreira liderliğindeki köle tüccarları da yer alıyor. Ferreira, Francisco Félix de Sousa’dan esinlenilerek yaratılmış kurgusal bir karakter. Fakat aslında de Sousa, Ghezo’nun güç kazanmasına yardım eden Brezilyalı bir köle tüccarıydı ve Dahomey, diğer Afrika devletlerini fetheden ve halklarını köle ticaretinde satan bir krallıktı. Filmde Nanisca, köle ticaretine karşı kralı protesto ederken tasvir edilse de gerçekte Agojie ona hizmet etmişti.
Kadın Kral böylece Batılı liberal orta sınıf tarafından tercih edilen bir feminizm biçimini teşvik ediyor. Bugünün #MeToo feministleri gibi, Dahomey’in Amazon savaşçıları da her türlü ikili mantığı, ataerkilliği ve günlük dilde ırkçılığın izlerini acımasızca kınıyorlar; ancak modern küresel kapitalizmi ve ırkçılığın sürekliliğini destekleyen daha derin sömürü biçimlerini rahatsız etmemek için çok dikkatli davranıyorlar.
Bu duruş, kölelikle ilgili iki temel gerçeği küçümsemeyi içerir. Birincisi, beyaz köle tüccarları Afrika topraklarına ayak basmak zorunda bile değillerdi, çünkü ayrıcalıklı Afrikalılar (Dahomey krallığı gibi) onlara bol miktarda taze köle tedarik ediyordu. İkincisi, köle ticareti sadece Batı Afrika’da değil, aynı zamanda Arapların milyonlarca insanı köleleştirdiği ve kölelik kurumunun Batı’dan daha uzun bir tarihe sahip olduğu doğu bölgelerinde de yaygındı (Suudi Arabistan 1962’ye kadar köleliği resmi olarak kaldırmamıştı).
Nitekim, Mısırlı Müslüman entelektüel Seyyid Kutub’un kardeşi Muhammed Kutub, İslami köleliği Batı eleştirisine karşı şiddetle savunmuştur. “İslam’ın kölelere manevi haklar verdiğini” savunarak, Batı’daki ‘zina,’ fuhuş ve sıradan seksi (sonuncusuna “hayvaniliğin en iğrenç biçimi” der) “bir hizmetçiyi [köle bir kızı] İslam’daki efendisine bağlayan temiz ve manevi bağ” ile karşılaştırmıştır. Suudi Arabistan’ın en yüksek dini organının bir üyesi olan Şeyh Salih El-Fevzan gibi bazı muhafazakar Selefi alimlerden hala böyle sözler duyulabilir. Ancak sadece Batılı orta sınıf liberalleri dinleyecek olsak, bunları bilemezdik.
Neyse ki, İslam’ın kölelikle olan tarihsel ilişkilerinin, ağırlıklı olarak Müslüman toplumların özgürleştirici potansiyelini illa ki engellemesine gerek yok. İran’daki kitlesel protestolar dünya-tarihsel bir öneme sahip, çünkü farklı mücadeleleri (kadınların ezilmişliğine, dini baskıya ve devlet terörüne karşı) organik bir şekilde birleştiriyorlar. İran, gelişmiş Batı’nın bir parçası değil ve protestocuların “Jin, Jiyan, Azadî” (“kadın, yaşam, özgürlük”) sloganı #MeToo veya Batı feminizminin bir dalı değil. Milyonlarca sıradan kadını harekete geçirmiş olsa da çok daha geniş bir mücadeleye hitap ediyor ve Batı feminizminde sıklıkla rastlanan eril karşıtı eğilimden kaçınıyor.
“Jin, Jiyan, Azadî” sloganları atan İranlı erkekler, kadın hakları mücadelesinin aynı zamanda kendi özgürlükleri için verilen mücadele olduğunu, kadınlara yönelik baskının daha büyük bir devlet terörü sisteminin en görünür tezahürü olduğunu biliyorlar. Dahası, İran’daki olaylar, siyasi şiddete, dini köktendinciliğe ve kadın ezilmişliğine yönelik eğilimlerin hızlandığı gelişmiş Batı dünyasında da bizi bekleyen şeyler.
Batı’daki bizlerin, İran’a umutsuzca bizi yakalamaya çalışan bir ülke gibi davranma hakkımız yok. Daha ziyade, ABD’de, Macaristan’da, Polonya’da, Rusya’da ve diğer birçok ülkede sağcı şiddet ve baskıyla yüzleşme şansımız olup olmayacağını İranlılardan öğrenmesi gereken biziz. Protestoların doğrudan sonucu ne olursa olsun, en önemli şey, devlet güçlerinin geçici bir zafer kazanması durumunda yeraltında faaliyet göstermeye devam edebilecek sosyal ağlar örgütleyerek hareketi canlı tutmak.
İranlı protestocularla, sanki uzak egzotik bir kültüre aitmiş gibi sempati veya dayanışma ifade etmek yeterli değil. Kültürel özgüllükler ve hassasiyetler hakkındaki tüm görecelikçi gevezelikler artık anlamsız. İran mücadelesini kendi mücadelemizle eş anlamlı görebiliriz ve görmeliyiz de. Göstermelik kadın figürlerine veya Kadın Krallara ihtiyacımız yok; hepimizi “kadın, yaşam, özgürlük” için ve nefrete, şiddete ve köktendinciliğe karşı seferber edecek kadınlara ihtiyacımız var.
* Serap Güneş’in https://www.project-syndicate.org/commentary/four-women-centered-news-stories-highlight-essential-political-trends-by-slavoj-zizek-2022-10 sitesinden çevirdiği bu yazı Yeni Özgür Politika’dan alınmıştır.