Kenan Kırkaya
Son 10 gün içinde yaşanan gelişmeler, Türkiye’nin nereye doğru sürüklendiğini ve nihai hedefin ne olduğunu göstermek bakımından fazlasıyla veri sunuyor. İzmir’de HDP il örgütüne yapılan saldırı ve Deniz Poyraz’ın katledilmesi, Sincan’da görülen Kobanî Davası ve nihayetinde HDP hakkında açılan kapatma davası…
Bunların hiçbiri birbirinden bağımsız, bağlantısız ya da tekil gelişmeler değil. Tamamı 2015 yılı sonrası inşa edilen “tasfiye konseptinin” birer parçası, devamı ve uzantısı. Amaç, 2023’e giderken AKP’nin, mutlak iktidarı önünde en büyük engel olarak gördüğü HDP’yi ve dayandığı siyasi dinamiği tümüyle tasfiye etmek. Soğuk bir değerlendirme olacak ama son bir hafta, 10 günde üst üste yaşanan bu saldırı dalgalarını, iktidar için bir çeşit “seçim startı” ya da seçime hazırlık hamlesi olarak görmek abartı olmaz. Bu hamle için, iktidarın 7 Haziran-1 Kasım seçim sürecinde yürüttüğü saldırı konsepti sık sık hatırlatılarak, örnek gösteriliyor. Bu tespit ve benzetme, bir yönüyle doğru.
Ancak, iktidar aynı yöntemin her zaman aynı sonuçları doğurmayacağının farkında ve kapatma davası ile Kobanî Davası’nı bu dönemin farklılıkları olarak uygulamaya başladı. Kapatma davası ve bu davaya zemin teşkil etmek için kurgulanan Kobanî Davası da birçok açıdan özgün değerlendirmeyi hak ediyor. Ama burada hayati olan HDP il binasına yapılan silahlı saldırı ve bu saldırı üzerinden topluma iletilmek istenen mesajlardır.
Umarım son olur ancak, bu cinayet ya da katliam ilk değil. İlk olan şey, katliam sonrasında cinayeti meşrulaştırmaya yönelik takınılan açık tutum ve beyanlardır.
Katliamda çok fazla kişinin katledilmesinin hedeflendiği, hem saldırganın ifadeleriyle hem daha sonra iktidar yandaşı basının HDP’yi suçlamak için kullandığı ve esasen beklentilerini de ifade eden “Neden partide tek kişi vardı” argümanlarıyla hem de iktidar ortağı MHP’nin açıklamalarıyla ortaya çıktı. Bu açıdan saldırı, 2011 yılında Norveç’te, 2019 tarihinde Yeni Zelanda’da yapılan ırkçı saldırıların Türkiye versiyonudur.
Avrupa’daki ırkçı saldırganların motivasyonu İslam düşmanlığı, yabancı düşmanlığı, Türkiye’deki ırkçı saldırganların motivasyonu ise Kürt düşmanlığıdır. Her üç saldırıda da saldırganlar yalnızdır.
Burada da tıpkı Norveç saldırganının avukatının yaptığı gibi “saldırganın meczup olduğu, akli dengesinin yerinde olmadığı” tezi hayata geçirilmek istendi. Ama Norveç saldırganı Anders Behring Breivik, tıpkı Deniz Poyraz’ın katili gibi saldırıyı üstlenerek ve akli dengesinin yerinde olduğunu kanıtlamıştı.
Breivik, “2083-Avrupa Bağımsızlık Bildirgesi” ismiyle bir manifesto yayınlamış ve saldırıyı neden işlediğini, “cinayetleri işleme haklılığını” detaylarıyla anlatmıştı. Breivik de “suç işlemediğini, yapılması gerekeni yaptığını” ifade etmişti tıpkı Poyraz’ın katilinin yaptığı gibi.
Tek fark İzmir saldırganının bir manifesto yazacak kadar kafasının çalışmamasıdır. O görevi de katil adına, onu harekete geçirenler, ona yol gösterenler, perde arkasında kendisiyle ortaklık yapanlar üstlendi. Üstelik “ırkçı manifesto” Meclis kürsüsünde okundu ve “Deniz Poyraz teröristtir” sözleriyle katliam meşrulaştırılmaya çalışıldı.
Dolayısıyla Türkiye’de işlenen ırkçı saldırıların ve katliamların manifestosu, Avrupa’daki ırkçı saldırganların manifestolarının aksine tekil değil, kolektiftir. Türkiye’deki ırkçı saldırıların manifestoları katliamlardan sonra yayınlanmaz, katliam öncesi hayatın her alanında yürürlüktedir. İddianamelerden başlayarak, gazete sayfalarına, televizyon ekranlarına, okullarda okutulan kitaplara, oradan Meclis kürsüsüne kadar kolektif hazırlanmaktadır. Avrupa’daki ırkçı saldırıların aksine burada katil aktör değil, figürandır.