İzmir’de yaşanan depremin bir doğa olayı olmasına karşın ölümler doğal olmayan biçimde yaşanıyor. Yazıyı hazırlarken depremde ölen yurttaşların sayısı 25 olarak açıklanmıştı. TMMOB İl Koordinasyon Kurulu deprem enkazının altında halen 180 yurttaşın bulunabileceğine işaret etti. Bu açıklama ölümlerin artacağını gösteriyor. Ölümlerin tamamı dayanıksız binaların inşa edilmesinden kaynaklanıyor. Depreme dayanıksız bina nasıl yapılabilir? Buna kimler izin verir veya göz yumar? Bu soruların yanıtını hepimiz biliyoruz aslında. Bu sonuçları yaratan şey yağma politikasının bir sonucudur.
‘Deprem sadece bu dönemde mi can aldı? Tarihten bu yana hep vardı’ gibi savunular yapılıyor. Bilimin bu kadar geliştiği bir çağda depremin yıkıcı sonuçlarının nasıl engellenebileceği çok iyi biliniyor. Bu durum bilinmesine karşın can yakıcı sonuçların ortaya çıkması masumane ya da bir doğa olayının sonucu gibi gösterilemez. Deprem bilimci İTÜ’lü Prof. Dr. Ahmet Ercan, “Hiçbir ünlünün, hiçbir zenginin enkaz altından çıkarıldığını duymadınız, duymayacaksınız, çünkü binalarının yapımında paradan kaçınılmamıştır. Deprem yoksulun sorunudur. Bir ülkede yoksulluğu yenmedikçe depremin adı ölüm olur. İnsanlar istedikleri için kötü ev yapmıyorlar, yer inceleme çalışmalarına, inşaat-mimari projelerine para ödemeleri gerekiyor. Depremin kaderi yoksulluktur.” sözleri gerçeğin bir yanını yansıtırken çok önemli bir yanını ıskalıyor.
Ercan, yoksulların kötü ev yapma zorunda kalmalarından dolayı yıkımların yaşandığını belirtirken asıl noktayı atlıyor. Yoksulların kentlerde inşa ettiği gecekondu türü evlerde yıkım yaşansa da ölümler olmazdı. Nedeni ise derme çatma 1 katlı yapılar yıkılsa da sağ kalabilmesi mümkündü. Fakat yıkımlarda yaşanan ölümler çok katlı binalarda görülüyor. Bu binaları inşa edenler ise yoksul yurttaşlar değil, müteahhitlerdir. Müteahhitler fazla kâr elde etmek adına yaptıkları binalarda projenin gereğini yapmaktan kaçıp hırsızlık yaptıkları bilinir. Bu binaları kontrol eden kurumlardaki görevlilerle al gülüm ver gülüm ilişkisi kurulur ve elde edilen kirli paradan onlara hırsızlıktan doğan payları ödenir.
Bu bir gerçek ve bu nedenle yoksulların paraları olmadığı için sağlam bina inşa etmiyorlar iddiası asılsız bir iddiadır. Yoksulların parası yok. Fakat bazı kesimlerin borçlanabilme olanakları var. Bankaların çalışanlara krediler vererek ömür boyu ev borcu ödemesi sağlanırken, bu sömürü çarkının diğer bir bileşeni ise devlettir. Devlet, hem bankaların hem de müteahhitlerin teşvikler yoluyla olası zararlarını karşılarken yurttaşlar borç ödeme yeteneğini yitirdiğinde evleri elinden alınarak evden çıkarılıp sokağa atılır ve ev bir başkasına satılır.
Yoksul kim zengin kim? Bu ayrımı doğru yapmak gerekir. Yıkılan binalarda doktorların, avukatların vb. meslek sahibi insanların yaşadığı söylemleriyle ölenlerin yoksul olmadığı iddiaları yapılabilmektedir. Ekonomik anlamda geçinebilir olmak, ev alabilmek, araba alabilmek bir zenginlik vasfı değildir. Bir doktor 8-10 bin lira ücretle çalışırken bir işçinin asgari ücretle çalışıyor olması sınıfsal farklılığa işaret etmez. Evet işçi farklıdır, doktor farklı. Ancak her ikisi de nihayetinde emeğini satarak yaşamlarını sürdürmektedir.
Asgari ücrete mahkûm edilen bir işçi ile daha fazla gelir elde eden diğer bir işçi arasında yoksulluk açısından bir fark elbette vardır. Biri düşük kiraya denk düşen çok kötü koşulları barındıran evlerde yaşarken bir diğeri borç batağı içinde ev alıp daha iyi koşullarda yaşadığını sanması bir simülasyondur. Zengin ise emek ve doğa sömürü ile bu sömürünün önünü açan bazı politikacıların eriştiği bir durumdur. Yani zenginlik, hırsızlık ve sömürüye dayanır. Başka türlü zengin olmanın hiçbir yolu yoktur. Zenginler saraylarda otururken deprem onlara ninni gibi gelir. Yoksullar ise kibrit kutusu gibi üst üste dizilmiş evlerde zorluk içinde yaşarken depremlerde ölenler onlardır.
99 Gölcük depremi sonrası başlayan ve 66 milyar liradan fazla toplanan ek vergilerin nereye gittiği sorusuna Cumhurbaşkanı Erdoğan çok kızarak şöyle bir cevap vermişti, “Harcanması gereken yere harcadık.” Bir Bakan ise yollar yaptık diye açıklarken, yurttaşları öldüren müteahhitlik sistemine yine yurttaşlardan zorunlu olarak toplanan vergilerin aktarıldığı anlaşılabiliyor. Eli kulağında İstanbul depremi beklenirken yönetenler yine hiçbir şey yapmadan ölen yurttaşların sayısı ile depremin şiddetini açıklamakla yetinecek ve müteahhitlere yeni işler çıkacak. Yaşadığımız sorunların tamamının müsebbibi ise bellidir.