İyi ki varsınız!
Leyla dün zorlukla gönderebildiği mesajında böyle seslendi Bakırköy’e, “İyi ki varsınız” diye onurlandırdı orada olan herkesi.
İyi ki varsınız!
Evet, Varız!
Çok muyuz? Yeter mi bu kadarı?
Hayır, yetmez tabii. Fazlasını, çok ama çok daha fazlasını hak ediyor onun duruşu ama varız işte ve daha da çoğalacak o varlık.
Alanın bir köşesinde, eskiden beri tanıştığımız bir tutuklu babasına rasgeliyoruz. Yolda gelirken polislerin muhabbetine sarkmış biraz. “Bi bitmedi bunlar” diyormuş polis, dönüp cevap vermiş, “bitmedi, biter mi hiç?”
Bir yanımızda yaşlı bir başka amca var; her tecrit lafı geçtiğinde “inşallah, inşallah” diyor. Gençler ise adeta belli isimlere odaklanmışlar; o isimler söylenir söylenmez alanda bir kaynaşma oluyor. Bu kadar zulümden sonra yine de taşlar yerinden kımıldıyor, herkesin kanı kaynıyor. Ama yetmez, yetmiyor.
Sabiha’yı düşünüyorum arada yine…
19 Aralık’tan sonra,arkadaşlarımla birlikte hastanelerde ölüm orucundan çıkmış birçok arkadaşımıza bakmış ve bu konuda adeta uzmanlaşmıştık. Çok zor günlerdi. Kuş kadar kalmış insanları sedyeyle alıyorduk cezaevi kapılarından. Öpmek ne kelime, dokunmaya kıyamıyorduk, o kadar narin, o kadar tül gibi incecik kalmış derileriyle… Andersen’in “Prenses ve bezelye taneleri” masalı vardır hani, gerçek prensesi diğerlerinden ayırt etmek için kırk yatağın altına bir bezelye tanesi koyarlar da hakiki prenses “of, gece uyuyamadım, bir şey vardı şurada batıp durdu” der; öyle işte. Alırdık sedyelerle onları,hastanelerde geceler boyu başlarında bekler, doktorlardan akıl fikir sorarak beslenmelerini düzenler, bebek gibi kaşık kaşık mamalar yedirirdik. Sorup soruşturur, medikal dükkânlarından havalı yatak çeşitleri bulurduk. Bilirdik çünkü hakiki prensesler gibidir onların bedenleri, her küçük hareket, her küçük pürüz acı verir tenlerine. Öfkelerine, huysuzluklarına katlanırdık zaman zaman, öğrenmiştik, ışık da rahatsız ederdi onları, sesler de…
Bugün kaçıncı gün oldu bilmiyorum artık. Zor olduğunu biliyorum sadece; çok zor. Pırıl pırıl bir zihinle güçsüz bir gövdenin çelişkisi korkunç bir paradokstur,yaşadım bunu, öğrendim. Umudumu hiç yitirmiyorum ama. Esip gürleyip milletin vekiline hakaret yağdıranları da çok ciddiye almamak gerektiğini düşünüyorum; o işler onların çapının ötesinde işlerdir, o işler öyle çığırtkanlıkla yürümez. Karşılıksız bir direniş görmedim ben şimdiye kadar. Umudumu hiç yitirmiyorum.
İnsan gövdesine de inanıyorum. Bir zamanlar, tabanlarım parçalanırken, bir daha asla yürüyemeyeceğimi düşünmüştüm; koğuş maçlarında ne goller attım sonradan ama. Bir zamanlar, pek meşhur bir rütbeli, kan içindeki gövdemi ayağının ucuyla dürtüp bir Neron edasıyla “bu daha ölmedi mi lan” diye bağırmıştı; altı-yedi yıl önce fazla alkolden gönderdik zat-ı muhteremi,ben daha buralardayım gördüğünüz gibi.
Umudumu yitirmiyorum.
Başka bir nedeni daha var bunun ama.
Çok kişisel bir şey olduğu için yazmak istemedim ama ben o sesi geçen hafta bir kez daha duymuş, sesin içindeki sihri fark etmiştim. Tahliyeden sonra Sabiha’yı aradığımda, “Annem seninle konuşmak istiyor” dedi ve ben kilitlenip kaldım! Sakin, yavaş bir sesle, ablam gibi, aynı ablam gibi, “Sizi okuyorum, yazılarınızdan güç alıyorum” dedi ve ben sonrasını hatırlamıyorum! Muhtemelen saçmalamışımdır!
“Yazılarınızdan güç alıyorum…”
Sefil ömrümde beni bundan daha çok onurlandıran bir söz olmamıştı hiç.
Ve hiç bu kadar kararlı bir ses duymamıştım hayatımda.
Umudumu yitirmiyorum. O yüzden yitirmiyorum.
Ama yetmez. Onu da biliyorum. İyi ki varız ama yetmez.
Daha fazlası gerekiyor şimdi. Esat unutulur gider, Co’nun kemikleri çoktan toprağa karışmıştır. Leyla candır ama. O iş o kadar kolay değil. Kolay olmamalı.
Sabiha kahvaltıya çağıracak beni Diyarbakır’a biliyorum. Yaşı benden küçük bir kadına, telefonda konuşurken habire “abla abla” deyip salak salak konuştum, içime dert oldu. Sabiha çağıracak beni ve ben kahvaltıda özür dileyeceğim Leyla Abla’dan…