Amed’de, 8 yaşındaki Narin Güran’ın katledilmesi olayı tüm toplumda büyük bir etki yarattı. Bu olayı herkes kendi cephesinden değerlendirmeye başladı. Hatta olay bazı kesimler tarafından magazinselleştirildi. Ancak burada önemli olan, toplumsal cinsiyete dayalı yerleşik militer, feodal ve erkek egemen değer yargıları bir çocuğun katledilmesine neden oldu. Olayın asıl konuşulması gereken yanı bu olayın ardındaki yatan, içselleştirilmiş algıydı.
Ne yazık ki Narin Güran bu nedenle katledilen ne ilk ne de son kız çocuğu… Maalesef ki benzeri birçok olayları, 30 yıldır yaptığım mesleğim boyunca defalarca yaşadım, örneklerine şahit oldum.
Bundan 2 yıl önceydi, yine Diyarbakır’dan bir doktor arkadaş beni aradı ve yeğeninin, enişteleri tarafından cinsel istismara maruz kaldığını anlattı. Yeğeni 12 yaşında bir kız çocuğuydu ve tabii hemen olayla ilgilenmeye başladık. Çocuğun istismar yaşadığına dair doktor raporlarını ve diğer verileri topladık, suç duyurusu yaptık, istismarcı enişte hakkında dava açıldı ve enişte tutuklandı. Bu olaylardan sonra aileye yönelik baskılar çok yoğunlaştı. Önce paralar teklif edildi, daha sonra tehditler başladı. Duruşmaya gittiğimiz ilk günü, çok iyi hatırlıyorum. Karşımızda silahlı olduklarından emin olduğum bir grup oturuyor ve bize kötü kötü bakıyorlardı. Doktor olan hala, bana, karşı tarafın ne kadar güçlü olduğunu, devlete çok yakın olduklarını, silah depoları olduğunu, bu nedenle ailenin çok korktuğunu, her an vazgeçebileceklerini ancak vazgeçmemeleri için elinden gelen her şeyi yaptığını anlatıyordu. Ben algılamakta önce biraz zorluk çektim; Diyarbakır’da böyle bir olay ya da böyle bir yaklaşım nasıl olabiliyor diye. Ancak ailenin yapısı konusunda arkadaşım çok korkuyordu hatta yeğeninin de can güvenliğinin olmadığını söylüyordu. Biz davaya devam ettik ama bu dava hakkında kamuoyunu hiç bilgilendirmedik. Çünkü aile korkuyordu, sadece korku da değildi. Yerleşik değer yargıları bu olayın duyulmasını engelliyordu, onlar açısından. Sonuçta dava sonuçlandı, istismarcı kişi tahliye edildi ve çok ufak, en alt sınırdan bir ceza aldı. Tabii ki biz devamını da takip ettik. Dosyayı istinafa götürdük, dosya iç hukukta devam etmekte. Ancak bu olayın, yani Narin olayının yaşanmasından sonra doktor olan hala geçtiğimiz gün ofise geldi. Diyarbakır’dan yeni dönmüştü. “Şimdi ne kadar korktuğumu, neden bu kadar endişelendiğimi anladınız mı Eren Hanım? Benim yeğenimi istismar eden kişi de, işte bu ailenin yani Narin Güran’ın ailesinin akrabaları. Ben size o zaman da ne kadar güçlü bir aile olduklarını işte silah depoları olduğunu, devletin kendilerini koruduğunu, bu nedenle bu kadar rahat davrandıklarını anlatmıştım” dedi. Bütün bunları anlatırken ağlıyordu. “Ya yeğenime de bir şey yapsalardı, ya yeğenim de öldürülmüş olsaydı, şimdi bunları düşünüyorum ve bu olay beni daha da çok etkiliyor” dedi. Gerçekten de ben işte o zaman olayın vahametini daha net anladım. Demek ki hala, yeğeni için bu kadar endişelenmekte, karşı taraftan bu kadar korkmakta haklıydı.
Aslında çok benzemese de olayın ardında yatan değer yargıları nedeniyle çok benzeyen başka bir olayı daha anlatmak istiyorum.
Yine 6 ay önceydi. İHD’nin Rize’deki temsilcisi arkadaşımız beni aradı ve genç bir kadının Rize’de, devlet hastanesinde, bir doktor tarafından, ağır bir cinsel saldırı yaşadığını anlattı. Kadın arkadaşımıza ulaşmıştı ve ifadesinin bir örneğini de arkadaşımıza teslim etmişti. İfadeyi okuduğumda yaşanan olayın büyüklüğü ve korkunçluğu karşısında bir kez daha sarsıldım. Doktor, kapıyı kilitleyerek kadına cinsel saldırıda bulunmuştu. Onun bağırmasını engellemiş ve odasında, kendince her türlü önlemi alarak cinsel saldırıyı gerçekleştirmişti. Kadın mücadelede ve hukuki takipte, çok kararlıydı. Arkadaşım, vekaleti bana verip vermeyeceğini sorduğunda, kadın, hiç tereddüt etmeden bize vekaletname verdi ve biz olayı takip etmeye başladık. Bu arada kadın hiç çekinmeden olayı kamuoyuna da yansıtma kararlılığındaydı ve ardından korkutucu gelişmeler yaşanmaya başladı. Temsilci arkadaşım birkaç gün sonra aradığında, Ülkü Ocakları’nın ailenin evini ziyaret ettiklerini, bu suç duyurusunun yapılmaması gerektiğini, benim PKK’nin avukatı olduğumu, bana nasıl vekalet verebildiklerini, benim olayı çarpıttığımı, böyle bir olayın ortaya çıkması halinde can güvenliklerinin olmayacağını söyleyerek aileyi tehdit etmişti. İlk başta kardeşine sahip çıkan abi, birdenbire yön değiştirmiş, kardeşini suç duyurusundan vazgeçirmeye karar vermişti. Ne yazık ki kadın ağlaya ağlaya yaptığı suç duyurusundan vazgeçti.
Bu iki olay da Narin Güran’ın katledilmesinde olduğu gibi aslında coğrafyamızın her yerine egemen olan ve özellikle devlet aklı tarafından dayatılan bu erkek egemen, militer ve feodal yaklaşımın ne kadar egemen olduğunun da bir göstergesi. Kadına yönelik şiddet politiktir derken işte biz bu gerçeği ifade ediyoruz. Yaratılan ve içselleştirilen algı, kadınları ve kız çocuklarını adeta sürekli ölüme ya da şiddete maruz kalmaya sürüklüyor.
İstanbul Sözleşmesi’nin ne kadar önemli olduğu, her olay yaşandığında, bir kez daha kendisini hatırlatıyor. İstanbul Sözleşmesi’nin yazılı metninde var olan ve bence sözleşmeye esas olarak, anlayışını katan cümle şuydu: “Hiçbir örf, hiçbir adet, hiçbir ahlak anlayışı kadına yönelik şiddetin gerekçesi yapılamaz.” İşte bütün mesele burada.
Narin olayında olduğu gibi yaşadığımız diğer istismar ve cinsel saldırı olaylarında da olayın üstünün kapatılmasının arkasındaki gerçek, tam da bu.
Bize dayatılan toplumsal cinsiyet bakış açısı, egemen erkeklik ve kutsal aile. Bunları ne zaman ki özgürce tartışmaya başlayacağız, biz kadınlar o zaman özgür olacağız. Bunu yapmak isteyen, gerçekleştirmek isteyen ve mücadelesini her türlü baskıya rağmen devam ettiren bir kadın hareketi var. İyi ki de var.