İktidar koalisyonunda oluşan çatlağı “danışıklı dövüş” olarak niteleyip önemsizleştirmek de bunu mutlak bir “kopuş” addedip abartılı sonuçlar çıkartmak da yanlış. “Danışıklı dövüş” argümanı, iktidara her şeyi önceden bilip hesap eden bir kadir-i mutlaklık atfetmenin yeni bir örneği. Bu yaklaşım biçimi, sinizmi, siyasal atalet ve vurdumduymazlığı haklılaştırmanın (keskin laflar ardına kamufle edilmiş) bir versiyonundan başka bir şey değil. En son 24 Haziran seçiminde dayanıklılık testine girmiş iktidar koalisyonunu daha şimdiden dağılmış, bitmiş saymaksa pek gerçekçi bir yaklaşım değil.
Her iki partnerin de ittifakın devam ettiği, ancak sadece yerel seçimler için şimdilik paranteze alındığı minvalindeki açıklamaları, Bahçeli’nin mecliste “Emeklilikte Yaşa Takılanlar” müdahalesi, kimsenin ipleri kopartmak istemediğinin işaretleridir. Henüz iki taraf da sonuçlarını şimdiden hesap edemeyeceği geri dönüşsüz bir kopuşun riskini üstlenmek istemiyor. Taraflar birbirini test ediyor ama masadan kalkmak ya da masayı bozan olmak da istemiyor. Masada kimin ne kadar yer kaplaması, kimin nerede oturması gerektiğine dair sert, dişli bir pazarlık, hatta sonunda elbette bir kırılmaya da götürebilecek bir restleşme bu.
İki tarafın da mevcut kırılgan ittifakta dengeyi kendi lehine çevirme hesabı yaptığı, bir güç testine girerek yerel seçim sonrasında kimin belirleyici olacağını, ittifakın anahtarının kimde bulunacağını tayin etmeye çalıştığı söylenebilir. Bahçeli’nin ittifak kapsamındaki ikincil- bağımlı pozisyonunu sorgulaması, ister istemez bir güç paylaşımını gündeme getirdiği ve bu da Bonapartist girişimin temel iddiasından vazgeçmesi anlamına geldiği için bir güç testi, yani iki tarafın birbirinin güç ve dayanıklılığını sınaması kaçınılmaz hale geliyor.
Bu test sürecinin bürokrasi içindeki hizip savaşlarını yeniden kızıştırarak “cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin” işleyişinde aksamalara, kimi tıkanıklıklara neden olması olasıdır. Danıştay’ın “and” kararı, bu ihtimalin kuvveden fiile çıkmasının bir ilk işareti sayılabilir. Diğer yandan, iki dargın müttefik arasındaki güç testinin, kimilerinin umut bağladığı şekilde meclis aritmetiğini bir anda muhalefet lehine dönüştürmesi de mümkün değildir. MHP’nin öyle kolayca “muhalefet” saflarına iltihak etmesini beklemek en iyimser nitelemeyle ham hayal, aslında daha gerçekçi bir ifadeyle tehlikeli bir yanılsamadır. Esas soru, testin artçı sarsıntılarının yeni devlet mimarisi üzerinde ne ölçüde etkili olacağıdır.
Ortaklar arasında derinleşip görünür olan ihtilafı, Erdoğan’ın “aşırı” özerkliğini törpüleyip manevra alanını daraltabilecek hayırhah ya da “umut verici” bir gelişme olarak anmak ise hiç akıl kârı değildir; daha da tehlikeli bir yanılsamadır. Aksine, devlet aygıtına dahil kurumlar arasındaki hiyerarşi ve ilişkilerin şefçi istikamette yapılanması anlamına gelen Bonapartist girişimin memleketin soy faşist partisince “denetime” tabi tutulması, kıyısında bulunduğumuz uçurumun ne denli derin olabileceğinin bir emaresidir. Faşist partinin destek veya köstek olabileceği Bonapartist iktidar manzarası, tehlikeli bir biçimde 1930’ların başındaki Almanya’yı anımsatmaktadır.
Krizin dar anlamda “ekonomik” bir mesele olmakla kalmayıp en büyük “siyasi katalizör” olduğunu hatırlatan günlerden geçiyoruz. İktisadi kriz, siyasal güç dengelerini daha şimdiden akışkan hale getiren, mevcut çatışma dinamiklerini kışkırtan, siyaset sahnesinde başka kırılmalara da neden olacak hızlandırıcı bir etkide bulunuyor. Siyasal zamanda bu yoğunlaşmayı seçim hesaplarıyla, saraya karşı sağıyla soluyla 1789 vari bir “tenis kortu yeminiyle” birleşecek meclis hayalleriyle karşılamak olacak iş değil. Rüzgar, krizin ister istemez bir fırtınaya çevireceği rüzgar, sağdan esmektedir. Emeğiyle geçinenlerin kendi kaderlerine el koyma iradesinin ifadesi olacak bir sınıf reaksiyonu açığa çıkartılamazsa, toplumsal-sınıfsal güç dengelerinde emekçiler lehine bir kayma gündeme getirilemezse bu rüzgar, sağa doğru daha da radikalleşme durdurulamaz. Asıl tehlike budur…