Erol Katırcıoğlu
Batı’da neoliberal düzene alternatif olarak gelişen ve sol-popülist olarak adlandırılan Syriza, Podemos, Beş Yıldız, The Linke gibi parti ve platform deneyimleri ilk çıktıklarında egemen sınıflar karşısında gerçek bir demokrasi ve “halkçı” bir alternatif olabilecekleri konusunda büyük ümitler yarattılar. Çıktıkları ülkelerde kimisi bir süre de olsa iktidarı paylaştı, kimisi parlamentolarda temsil edilme imkânı yakaladı. Ama bu gelişmelere zaman içinden baktığımızda bu başarı gibi görünen hamlelerin devam ettirilemediği de ortada.
Bu durumun nedenleri üzerine hayata “sol”dan bakan herkesin düşünmesi ve tartışması gerekir. Bu girişimlerin Post-Marxist çizgi içinde “radikal demokrasi” adı ile alınan E. Laclau ve C. Mouffe ile Jacques Rancière gibi düşünürlerin yer aldığı bir çizgiyle anılıyor olması konunun pratik siyaset açısından olduğu kadar ideolojik sol perspektiften ele alınmasını da gerekli kılıyor. Doğrusu bu köşe yazısında bunu yapmak pek mümkün olmayacağından konuyla ilgili bazı düşüncelerimi Türkiye bağlamında kısaca ifade etmekle yetineyim.
Adını andığım sol partilerin ideolojik duruşlarının ardında sol popülizm olarak da adlandırılan ve mantığı, toplumu, “halk” ve “egemenler” olarak ayırarak ve bunların aralarındaki çelişkilere dikkat çekerek kapsayıcı bir çabayla geniş kesimlerin “halk” tarafında durmasını sağlamaya çalışan bir stratejidir. Bu stratejinin özellikle artan göçlerin etkileri üzerine 2008 ekonomik krizi gibi bir krizin gelmesiyle Batı ülkelerinde bir karşılığı olacağı açıktı. Nitekim öyle de oldu. Özellikle Yunanistan ve İspanya’da Syriza iktidara Podemos da parlamentoya girdiler.
Ben bu çerçevede Halkların Demokratik Partisi’ni (HDP) bu örneklerin de ilerisinde evrensel niteliği de olan bir girişim olarak niteliyorum. Neden mi?
Öncelikli olarak şunun altını çizmeliyim ki Batı’da adını andığım siyasi girişimlerin ortaya çıktığı zamanlar Batı’nın ulus devletlerinde “kimlikleşme” sınırlıydı. O nedenle de toplumdaki farklı kimlik taleplerinin popülist söylem içine taşınmış olmasına rağmen, bu taleplerin sahiplerini yeterince mobilize edip “halk” tarafında durmalarını sağlayamamıştı. Oysa özellikle 2008 krizinden sonraki dünyada çoğu savaşlar nedeniyle oluşan göçlerin Batı’ya doğru akması hızlandıkça, Batı’nın ulus devletlerinde de farklılaşmalar arttı. Bir yandan göç eden farklı kimlikler bir Batılı ulus-devlet çatısı altında kendilerine bir yer bulmaya çalışırlarken, bir yandan da kendini ulusun sahipleri gibi gören Batı ulus-devletlerinin “egemen kimlikleri” arasında da kemikleşmeler oluşmaya başladı. Batı’da bugün yaşanan süreç böyle bir süreç.
Oysa HDP, kuruluşundan bu yana sınırları oldukça belirgin kimliklerin var olduğu, bunun yanısıra Suriye savaşı ve yarattığı göçlerin arttığı ve her şeyden önce iktidarın egemenliğini sürdürebilmek için toplumda gerek etnik ve gerekse dini kimlikler üzerinde kutuplaştırıcı siyasetler uyguladığı için farklı bir toplumsal yapı üzerinde yükseldi. HDP’yi, Syriza’dan, Podemos’dan ve diğerlerinden ayıran da budur.
Fakat bu koşullar altında var olan ve giderek de güçlenen HDP’nin, şimdiye dek başarılı bir performans gösterdiğini söylemeliyiz. Bu başarının ne kadarı partiye ne kadarı da arkasında duran, başta Kürt halkı ve diğer toplumsal kesimlere yazılması gerekir bilmiyorum. Ama HDP’nin başarılı bir siyasi parti olduğu kesin.
Bu başarının yanında bazı eksiklikleri de yok değil. Bunların başında sol ve demokrat halk kesimleri üzerinde bir etki yaratmış olmasına rağmen bir ideolojik hegemonya kuramamış olması gelir. Nitekim kimisi “rakip” kimisi de içeride “bileşen” olarak duran bazı “sol” örgütlerin varlığı bu durumun kanıtıdır. Bu farklı “sol” örgütlerin çoğunun klasik Marxist söylemler üzerinden kuruldukları halde bir türlü birleşememeleri ve aralarında açık bir tartışma iletişimlerinin olmaması HDP’nin bunlar üzerinde ideolojik bir hegemonya kuramamış olduğunu da göstermektedir. Oysa HDP, hem tarihsel haklılığı, hem doğru bir demokrasi tanımı ve hem de kitleselliği ile bu hegemonyayı kurması gereken partidir. O nedenle de “ittifak” teyelle tutturulmuş demektir, “içten dikilmiş” değil.