Bu saldırı hangi çevrelerce planlanmış olursa olsun demokratik mücadeleyi hedef aldığı ortadadır. İktidarı daha da despotlaştırmaya çalıştığı açıktır
Herdem Fırat
13 Kasım’da akşama doğru İstanbul’un İstiklal Caddesi’nde bir patlama sonucu 6 kişi öldü, 81 kişi yaralandı. Saldırı açıkça sivilleri hedef aldı. Yani ortada hedef olacak bir asker ve polis de yoktu. Bilinen bir kadının patlayıcı çantasını bırakıp gittikten sonra patlamasıydı. Saldırının tarzı açıkça DAİŞ gibi terör örgütlerini işaret ediyordu. Biraz tecrübe ve deneyimi olan herkes az çok bunu bilir. Ama durum hiç de öyle yansıtılmadı. Yapılan açıklamalar ve ortaya çıkan deliller bunun daha çok tezgahlanmış bir saldırı olduğuna dairdir.
Birincisi, Erdoğan ilk defa bir saldırı sonrası çok temkinli konuştu. Hiçbir örgüt ismi vermedi. Hatta kesin bir şekilde terör saldırısıdır da demedi. Hemen akabinde de programını hiç aksatmadan Endonezya’ya gitti.
İkincisi, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun açıklamasıydı. Soylu bir taşla birkaç kuş vurmak istediği için iç içe geçen ve birbirini çürüten birçok açıklama yaptı. “Eylemin talimatı Kobanê’den verildi… Saldırgan Efrîn’den Türkiye’ye geçti… Saldırgan 4 ay önce giriş yaptı… Kendisini Yunanistan’a kaçıracaklardı… Saldırganın infaz emri verildi, ancak biz saldırganı infaz edecek kişiyi de yakaladık… ABD’nin taziye mesajını kabul etmiyoruz… Bu saldırı ABD Senatosu’ndan gönderilen paralarla yapıldı…” Bu açıklamaların ruh sağlığı bozulmuş birinin beyanlarından farkı yok. Bir taşla hem Rojava’yı hem ABD’yi hem de Yunanistan’ı vurmak istiyor. Bu da saldırının ne amaçla yaptırıldığını gösteriyor. Tuhaf bir biçimde Erdoğan hâlâ susuyor. En küçük bir açılışı bile Erdoğan’ın yaptığı düşünüldüğünde bu saldırı karşısında sessiz kalması ilginç. İşi Soylu yürütüyor ama yüzüne gözüne bulaştırdığı ortada. Olan sivil insanlara oldu.
Üçüncüsü, Zafer Partili birinin Av. Jiyan Tosun’u saldırgan gibi hedef göstermesiydi. Belki de o saatlerde Jiyan Tosun müvekkiliyle birlikte karakolda olmasaydı daha fazla üzerine gideceklerdi. Zafer Partili yöneticinin bu açıklamasını bir de Zafer Partisi Başkanı’nın “Bizdeki bilgiler daha farklı” açıklamasıyla değerlendirmek gerekir. Özdağ ayrıca Ahmet Davutoğlu’na da seslenerek 7 Haziran-1 Kasım arasında meydana gelen olaylarla ilgili bildiklerini anlatmasını istedi. Ümit Özdağ daha önce de ‘Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin değişik kurumları için Türkiye’nin milli güvenliği konusunda yazılı görevlendirme ile bazı operasyonları yaptığım doğrudur’ demişti. Bu da Özdağ’ın bir şeyler bildiğine işaret.
Dördüncüsü, MHP Güçlükonak İlçe Başkanı’na ait telefon hattıyla saldırganla görüşme trafiği tespit edildi. Bu kişinin ismi Mehmet Emin İlhan. Aynı şekilde daha önce Ağrı’dan milletvekili seçilen HDP Milletvekili’nin adı da Mehmet Emin İlhan. Dijital medyada görüşme trafiği olan sanki MHP’li başkan değil de HDP eski vekiliymiş gibi yansıtıldı. Dijital medyada hedef haline getirildi. Şırnak Valiliği de MHP’li başkanı savunmak için adeta mahkeme yerine geçerek suçsuz olduğunu kamuoyuna deklare etti. Tabii bu kişinin çelişkili açıklamaları aslında ne kadar işin içinde olduğunu gösteriyor.
Beşincisi, patlama sonrasında internet kısıtlandı. RTÜK, yayın yasağı getirdi. Paylaşım yapanlara dönük operasyon yapıldı. Patlamaya dair sadece kimi kişilerin açıklamaları esas alındı.
Tüm bunlar bu saldırının ne kadar kontrollü bir şekilde yapıldığını da gösteriyor. Saldırgan 4 ay önce değil, bir yıldır İstanbul’da yaşıyormuş. Saldırganın kız kardeşi açıklama yaptı. Kardeşinin Somali’den Türkiye’ye geçtiğini ve PKK ile hiçbir alakası olmadığını söyledi. Soylu saldırıyı yaptığını öne sürdüğü kadını ‘PKK’nin özel istihbarat elemanı’ olarak tanıtmıştı. Ama kadının kaçışına, şaşkınlığına bakıldığında hiç de öyle bir şeyin olmadığı açıkça görülüyor.
Peki, tüm bunlar ne anlama geliyor? Neden böyle bir saldırı planlandı? Birçok kesim patlamayı seçimle bağlantılandırıyor. Kuşkusuz izlenen metoda bakıldığında böyle bir durum görülüyor. Ama seçimi aşan bir durum var. Türkiye’nin kimyasal silah kullandığına dair görüntüler yayınlandı. Hemen akabinde Türk askerinin kendi cenazelerini yakma görüntüleri medyaya düştü. Türk devletinin savaş suçu işlediğine dair görüntüler hem Kürt halkı ve dostlarında hem de uluslararası alanda büyük yankı uyandırdı. BM ve OPCW’ye yoğun başvurular yapıldı. Kurdistan, Türkiye ve dünyanın dört bir yanında eylemler gelişti. Türk devlet yetkilileri bu eylemler karşısında apar topar yalan dolan açıklamalarda bulundular. Tepkileri engellemek için tehditler savurdular. Bilim insanları, gazeteciler, aktivistler cezaevine konuldu. Ancak bir türlü istediği sonucu alamadı. İşte İstiklal Caddesi’ndeki patlama ona can suyu oldu. Patlama sonucunda ölen ve yaralananlarla ilgileneceğine, olayı aydınlatacağına peşinen “kategorik” düşmanları lanse etmeye başladılar. DAİŞ ve El-Kaide benzeri örgütleri ağızlarına hiç almadılar çünkü onlar birlikte hareket ettikleri hempalarıydı.
Ne var ki işler istediği gibi gitmedi. Saldırının kurgulanmış bir senaryonun pratiğe geçirilmesi olduğu görülüyor. Şimdiye kadar böylesi saldırıyı yapan örgütler hemen saldırıyı üstlendiler ama bu saldırıyı üstlenen olmadı.
Bu saldırı hangi çevrelerce planlanmış olursa olsun demokratik mücadeleyi hedef aldığı ortadadır. İktidarı daha da despotlaştırmaya çalıştığı açıktır. Kürt halkına ve sol, sosyalist mücadeleye karşı savaşın daha da sertleşmesini isteyenlerin planlayıp hayata geçirdikleri bir saldırıdır. Soylu’nun apar topar ‘belirlenmiş’ unsurları hedef alması onun suç ortaklığını da gösteriyor. Gerçekler açığa çıkmasın diye ilk dakikadan itibaren algı oluşturma işine girdi. Fakat sicili bozuk olan Soylu’ya artık yandaş kişiler bile itibar etmiyor. Dar bir kesim dışında olayı değerlendiren hemen herkes devlet yetkililerinin açıklamalarını verdikten sonra “Ama…” deyip birçok soru sıralıyorlar.