AKP iktidarının kadim Türk-İslam sentezine “liberal” yorum eşliğinde İslami bir takla attırma iddiasını 7 Haziran 2015 seçimleri sonrası rafa kaldırarak MHP ile birleşmesine hepimiz tanık olduk; bu kucaklaşmanın meyveleri de ortalığa saçılmaya devam ediyor. Bir doğumdan çok bir “hortlama” eseri ile karşı karşıyayız: Bayat, kokuşmuş ırkçı ideoloji.
Irkçılık, İstanbul’da muhalefete düşmüş iktidarın “belden aşağı” vuruşlarının dilinde hortluyor. “Oylarımız çalındı” safsatası yetmeyince şimdi de AKP’li bir ilçe belediye başkanı tarafından Ekrem İmamoğlu’nun Trabzonlu, dolayısıyla da Pontus Rum etnisitesine mensup olduğu ima edildi. Bu fırsatı kaçırmayan Melih Gökçek ise İmamoğlu’na, şunları söylediği takdirde konunun kapanacağını öğütledi: “Ben Rum değilim, iftira atmayın”.
Türk olmayan bir etnisiteye mensup, ya da maazallah “brakisefal” olmayan bir kafatasına sahip olmak ne büyük suç ve günahtır ki seçmen, ancak bir “iftira” olduğuna inanarak affedebilsin… Korkunç. Hele ki bu etnisite kökeni itibarıyla Müslüman olmayan bir dine mensup ise… Adeta bir kâbus!
Müslüman olmamak daha da ağır bir suç ve günah olmalı ki insanları cebren Müslüman yapmak da hala ulvi bir marifet ya da ilahi bir sevap sayılıyor. O meşhur Ramazan milyoneri ilahiyatçının iftar sezonunu on üç yaşında bir çocuğa televizyon ekranlarında din değiştirtmek sureti ile açmış olduğu koşullar altında, artık bir Türk-İslam değil de “NAZİ-DAİŞ Sentezi” hegemonyasından söz etmek daha doğru olmalı.
Söz konusu iddianın altında kalmamak için İmamoğlu ne yapabilir? Belki de bir çözüm olarak, bu “korkunç iftira”nın sahiplerine, Yeşim Ustaoğlu’nun “Bulutları Beklerken” (2003) filmini izlemeleri tavsiye edilebilir…
Bulutları Beklerken’in hikayesi, genel olarak Türkiye toplumunun özelde ise Karadeniz’de yaşayan nüfusun önemli bir tabusuna dokunduğu için önemli. Ayşe, Rize’nin denize kıyı bir köyünde, bir kolektif travma yarası üzerine derin bir suçluluk duygusu içinde hayatını sürdürmektedir. İçinde büyüdüğü ailenin son ferdi olan ablası Selma’nın ölümüyle birlikte, elli yıl boyunca kendinden bile gizlediği şeyler geri dönmeye başlar. Ayşe, köye Yunanistan’dan gelen bir yabancıya sırrını anlatır. Cihan Harbi sonrası gerçekleşen büyük katliam sırasında topraklarına ve köylerine el konmuş; ailesi bütünüyle öldürülmüştür. Küçük Eleni, erkek kardeşi Niko’yla birlikte dağlara kaçar ve Müslüman bir aile tarafından bulunur. Ama Niko’yu kaybeder. Sağ kalan bütün yetimler takalara bindirilerek Yunanistan’a gönderilecektir. Aile, Eleni’yi saklar; ona Ayşe adını verir ve kendi kızları olarak büyütür
Ayşe teyze, bu suçluluk hissinin yükü altında Niko’yu bulmak için yollara düşer. Yunanistan’a geçip kardeşini bulduğunda aslında zihinsel ve manevi anlamda kendini içine hapsetmiş olduğu birçok sınırı da aşmıştır. Bilinç dışının derinlerinde kendini bir başka topluma, dile ve kültüre ait hissettiğini artık kendine “itiraf” edebilmektedir. Ama “gerçek” cemaati olarak hissettiği toplumun da kendisine ne kadar yabancı olduğu hemen ortaya çıkacaktır. Yunanistan’da tanıştığı bir yaşlı mübadil kadından duyduğu şu cümle oldukça etkileyicidir: “Allah canımı alaydı da o kiraz ağacının altına gömeydiler beni.” Yine de omuzlarından önemli bir yükü atmış gibi hisseder. Film boyunca ilk kez gülümsediğine tanık olarak tamamlarız Eleni teyzenin hikayesini.
Karadeniz’in yaralı gerçeğini dillendirmeye bu sayfa yetmiyor. Devam edecek…