İsrail, uluslararası hukuku hiçe sayan pervasız bir savaş yürütüyor. Güneyde Gazze kitle katliamının birinci yıldönümü yaklaşırken canına kıyılan Filistinli sayısı 40 bini aşmış bulunuyor. Kuzeydeyse Lübnan topraklarını işgal harekâtına hazırlık niteliği taşıyan hava bombardımanlarındaki tırmanış ve yoğunlaşmaya Hizbullah’ın örgütsel ve askeri yapısına ölümcül darbeler vuran göz kamaştırıcı MOSSAD operasyonları eşlik ediyor. Görmezden gelinmesi mümkün olmayan bu gelişmeler, İslamcı, milliyetçi ya da solcu Türk kanaat önderlerinin de gündemini değiştirdi. Artık İsrail’in Ortadoğu coğrafyası üzerinde işgal, ilhak ve yayılma planlarının ‘teşhiri’ birincil önceliğe sahip.
Kanaat önderleri Gazze katliamını, İsrail devletinin uluslararası anlaşmalarla değil kendi tahayyülünde çizdiği minimal coğrafi sınırlara doğru yayılması olarak yorumluyorlar. Gazze çatışması başladığında Batı Şeria’da da İsrail ordusu ve yerleşimciler tarafından şiddetin tırmandırılması, bu yayılma iradesinin kanıtı olarak okunuyor. İsrail, Filistin Kurtuluş Örgütü’yle imzaladığı anlaşmalar gereği Filistin halkına tahsis edilmiş olan iki bölgeyi de yeniden ilhak ederek minimal coğrafi sınırları üzerinde mutlak egemenlik sağlamayı hedefliyor. Kanaat önderleri, seçilmiş Filistin yönetimlerinden birini (Gazze’de Hamas) ‘terörist’ olarak yaftalayarak fiziki varlığını ortadan kaldırma hedefini açıkça ilan ederken diğer seçilmiş Filistin otoritesini (Batı Şeria’da El Fetih), fiilen işlevsiz bir kukla yönetime dönüştüren İsrail’e itirazlarını dile getiriyorlar. İsrail’in agresif hamleleri; İslam’a, ezilen Filistin halkına, uluslararası anlaşmalara ve demokratik yönetim ilkelerine yönelik topyekûn bir saldırı olarak okunuyor. İslamcı kanaat önderleri, haçlı zihniyetinin devamı olarak gördükleri ‘emperyalist’ Hıristiyan Batı’nın desteğiyle bir Siyonist Yahudi şiddet aygıtının Müslüman Filistin halkına zulmetmesi üzerinde duruyorlar. Daha seküler eleştirilerde, ulusların kendi kaderini tayin hakkı ve yerel özerk yönetim ilkelerinin çiğnenmesine paralel olarak yaşam hakkı başta olmak üzere temel insan haklarının sistematik olarak ihlal edilişi vurgulanıyor.
Lübnan Hizbullah’ıyla tırmanmakta olan gerilimin de coğrafi sınırları genişletme stratejisiyle ilgili olduğu açıkça görülüyor. Lübnan toprakları içinde bulunan Litani nehrine ulaşmak, İsrail’in hidropolitik hedefleri açısından hayati öneme sahip. Litani-Golan hattını içerecek biçimde kuzeye doğru genişleme, Doğu Akdeniz enerji kaynakları üzerindeki hak iddiaları nedeniyle de İsrail’in stratejik hedefleri arasında bulunuyor. Nehrin güneyinden İsrail sınırına kadar olan alanda konuşlu Hizbullah rampalarından, özellikle son bir yıl boyunca İsrail toprakları içine füze yağıyor. İsrail devleti, bu alanı “teröristlerden temizlemedikçe” sınır güvenliğinin olmayacağı iddiasıyla Lübnan içlerine doğru Litani nehrine kadar 30 kilometre derinliğinde bir tampon bölge oluşturmak istiyor. Hizbullah önderliğine yönelik suikastlar ve örgüt kadrolarını felç eden çağrı cihazı ve telsiz patlamaları, bu bölgeye yönelik kara harekâtı hazırlıkları olarak değerlendiriliyor. Türk kanaat önderleri, bu heves hakkında işgal, ilhak ya da sınır ihlali kavramlarını kullanarak konuşuyor ve kabul edilemez buluyorlar. Lübnan sınırları içinde gerçekleşen suikastları ve siber saldırılarıysa “Siyonist devlet terörizmi” olarak lanetliyorlar.
Kanaat önderleri arasındaki yaygın kanı, İsrail’in yayılma planlarının Suriye ve Lübnan topraklarının belli kısımlarıyla (Golan tepeleri ve Litani nehri) sınırlı olmadığı yönünde. Bu kanı, İsrail liderlerinin de sıkça göndermede bulunduğu “vadedilmiş topraklar” mitine dayanıyor. Kutsal metinlerde yazılı ve Kuran’da da yeri olan bu mite göre “nehirden nehire kadar” olan topraklar binlerce yıl önce İsrailoğullarına tahsis edilmiş bulunuyor ve modern İsrail devletinin nihai hedefi bu vadedilmiş coğrafyanın sınırlarına ulaşmak. Söz konusu nehirlerin kuzeyde Fırat, güneydeyse Nil olduğu rivayet olunuyor. Nil, Mısır devletinin düşüneceği bir sorun ama işin içinde Fırat olunca Türk kanaat önderleri, İsrail’in son tahlilde Türkiye’nin toprak bütünlüğüne de bir tehdit oluşturduğu sonucuna varıyorlar. Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı mücadelesini ve bu yönde Irak ve Suriye’de attığı adımları, İsrail’in Türkiye’yi zayıflatma planlarının parçası olarak yorumluyorlar. Bunu, Kürtlerle İsraillilerin antik çağlarda bağlantılı hatta akraba kavimler olduğu iddialarıyla desteklemeye çalışıyorlar. Bu nedenle, İsrail’e karşı savunma stratejileri geliştirme gereğine vurgu yapıyorlar. Bu stratejiler arasında yalnızca defansif tedbirlerin değil, Erdoğan’ın “Karabağ’a, Libya’ya nasıl girdiysek İsrail’e de gireriz” cümlesinden anlaşıldığı üzere ‘preemptive’ yani erken müdahale ederek düşmanı ‘ininde’ vurmanın da olduğu anlaşılıyor. Kanaat önderleri, bu stratejik opsiyonu onaylamakla kalmıyorlar; yerli ve milli füzelerin menzili üzerinden hesaplamalar ortaya koyarak Türk ordusunun kudretinin buna yettiğini ispatlama yarışına da giriyorlar.
Türk kanaat önderlerinin fikirleri özetle şöyle: İsrail, kontrol ettiği coğrafya içindeki Filistin halkının haklarını tanımayan, onlara hem inanç hem de ulusal kimlik temelinde zulmeden; sınırlarını genişletmeye çalışan ve bunu “dış tehditlere karşı beka mücadelesi” ya da “terörle mücadele” kavramlarıyla gerekçelendiren; varoluşunu ve işgalci hedeflerini kendi çağdışı inançlarına ve anakronik mitlere dayandıran ve son tahlilde Türkiye’ye de tehdit oluşturan bölgesel ve küresel bir güç.
İsrail’in niteliği üzerine tartışmak ayrı bir mesele ama Türk kanaat önderlerinin nüfuz alanından dışarıya bir adım atarak Türkiye’ye bakma imkânı olsaydı neler konuşulurdu ya da Türk kanaat önderleri önce aynaya bakıp sonra konuşmayı deneseler neleri sorgulamak durumunda kalırlardı ve benzeri soruların akla gelmesi mümkün. “Tampon bölge” ya da “güvenli bölge” heveslerinin her iki devlet için de 30 kilometre olarak ifade edilmiş olmasıyla başlanabilir. Gerekçe, her iki durumda da “beka mücadelesi” ve “terörle mücadele”dir. Bunun altına, Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar Nizam-ı Alem, İslam Halifeliği, Osmanlı bakiyesi topraklar, Misak-ı Milli sınırlarına ulaşma (Musul ve Kerkük) gibi anakronik mitler peşinde genişleme hevesleri yazılabilir. Sonra, ulusal kimlik ve inanç temelinde inkârcı politikalar, resmi şiddet, baskılar ve hak ihlalleri gelecektir. Bunlar arasında yerel özerk yönetim girişimlerinin ezilmesi (kayyumculuk) pratikleri arasındaki paralellikler ayrı bir yer tutacaktır. İsrail’in sınır ötesi “devlet terörü” operasyonları karşısında dehşete kapılan Türk kanaat önderlerinin, Rojava ve Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi toprakları içinde çok övünülen SİHA suikastları, hava bombardımanları ve pençe-kilit gibi isimler altında sürdürülen kara operasyonları hakkındaki fikirleri de herkesin malumudur.
Türk kanaat önderlerinin sıkça ifade ettikleri üzere İsrail devletinin kurulduğu andan itibaren, Filistinli Araplar başta olmak üzere bütün Ortadoğu halkları için 70 yıllık bir “İsrail sorunu” mevcuttur. Peki, biri çıkıp da Mezopotamya halkları başta olmak üzere, Anadolu, Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu halkları açısından da 100 yıllık bir “Türkiye sorunu” mealinde bir cümle kurmaya cüret edecek olsa, İslamcı, milliyetçi ya da solcu Türk kanaat önderleri nasıl bir histeri içine düşeceklerdir? Şöyle: Ölüm yıldönümünde anısı önünde saygıyla eğildiğimiz Musa Anter, “Eğer benim anadilim senin devletinin temellerini sarsıyorsa, demek ki devletini benim arsama yapmışsın” demişti. O nedenle katledildi. Türk kanaat önderleri histerisinin binlerce kurbanından biriydi.